“ben üvey kızı tanrının, bunlar saçım
bir mayın döşedim diplerine
infilak etmek istiyorum”
Naile Dire

“Ben Evlat, Kız Evlat!” öyküsü, Gamze Arslan’ın ikinci öykü kitabı Kanayak’ta (2019) yer alan on üç öyküden biridir. Birinci tekil anlatıcının ağzından yazılan öykü, bir rüya atmosferi içinde geçer. Islak saçlarıyla uykuya dalan anlatıcımız, yatağının suya gömülmesi sonucunda hayatının belirli anlarını anımsar ve monoloğa dayalı bir anlatımla anne ve babasıyla hesaplaşır. Bu sebeple olay örgüsünün tamamının rüya, su ve hatırlama kavramları üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Öykünün henüz giriş paragrafında annesiyle yaşadığı çatışmayı dışa vuran isimsiz anlatıcı, annesinin “Kızım ıslak saçla yatma. Boynun tutulur, rüyan bozulur” (s. 25)[1] deyişini duyar. Annenin bu sözleri batıl bir inanışa gönderme yapsa da anlatıcımızı henüz küçük bir kız çocuğuyken etkilemiştir. Belli bir gerçekliğe dayanmasa bile kadın karakterimiz, ıslak saçla yatmanın saçlarını gürleştireceğine inanmıştır. Bu noktada saçın kadınlığa dair bir gösteren olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Nitekim öykünün ilk cümlesi de “Kafamı yastığa koyar koymaz ensemdeki saç bitiminden annemin mezarına bir hat çekildi” (s. 25) şeklindedir ve anne ölmüş de olsa kızı hâlâ ona bağlıdır.

Gamze Arslan

Rüyanın başlangıcı olarak yorumlayabileceğimiz ilk iki paragraftan sonra anlatıcı, üçüncü paragrafta yatağının su içinde olduğunu idrak eder. Üstelik odada yalnız da değildir. Gözlerini açtığında onunla birlikte odanın içinde yüzen bir at görür. Daha sonra atların sayısı çoğalacak; at, öyküde bir metafor hâline gelecektir. Kanayak’taki birçok öyküde hayvanlar çeşitli bağlamlarda imge ya da metafor olarak kullanılır ve karakterin iç dünyasını çözümlemede bir anahtar işlevi görür. Bu öyküde anlatıcı, kurmaca zamanında (rüya zamanı da denebilir) bir yandan at kişnemelerine kulak verirken diğer yandan yer yer bilinç akışını andıran geri dönüşlerle birlikte geçmişi hatırlamaya devam eder. Atın neyi sembolize ettiği de yavaş yavaş aydınlanacaktır.

Anlatıcının rüyasına devam etmeden önce su metaforu üzerinde durmakta yarar var çünkü rüyanın tamamında karakterimiz suda yüzüyor. Hayatın kaynağı olan su, edebî metinlerde birçok anlama karşılık gelecek şekilde metafor olarak kullanılır. Bu öyküdeki karşılığı ise, Gökhan Tunç’tan[2] ödünç aldığım ifadeyle “bellek metaforu” işlevi görmesidir. Anıları muhafaza eden bellek, içine girilecek bir su olarak düşünülmüştür. Suyun akışkanlığı (kimi zaman da durgunluğu) ve yansıtma özelliğine sahip olması bellekle özdeşleştirilmesine imkân tanır. “Ben Evlat, Kız Evlat!” öyküsünde anlatıcı, deniz olarak niteleyebileceğimiz suda yüzdükçe karşılaştığı nesneler ya da duyduğu sesler aracılığıyla belleğinde sakladıklarını gün yüzüne çıkarır. Öyküde suyun rengine ya da görünüşüne dair kimi betimlemeler de yapılmıştır.

Bellek metaforunun işleyişini sürdürmesi, anlatıcının rüya gördüğü yataktan kalkarak evin içinde yüzmeye başlamasıyla devam eder. Farklı odalara girdikçe o mekâna dair farklı bir anı parçası düşecektir belleğe. Örneğin çalışma odasında okuduğu kitaptan not ettiği satırlar ilişir anlatıcının gözüne. Burada Sevim Burak’ın Everest My Lord – İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar eserinden alıntılara yer verilmiştir. Evin içinde ilerlemeyi sürdüren anlatıcı, nefesini nasıl tutabildiğine, odalardaki cansız varlıkların da kendisi gibi nasıl yüzebildiğine şaşırır. Dolayısıyla hatırlama eylemine şaşkınlık ve öfke duygularının eşlik ettiği görülür. Anlatıcının öfkesi, anne ve babasından başlayarak geleneksel değerleri temsil eden topluma yöneliktir. Bu öfkeye daha sonra değineceğim. Şimdi öncelikle anlatıcı, evin dışına doğru yüzüşünü sürdürsün.

At kapıyı açar; anlatıcı önce sokağa, sonra adaya çıkar. Öyküde geçen bu adanın yazarın yaşadığı Büyükada olduğunu düşünebiliriz. Faytonlardan bahsedilmesi bu ihtimali kuvvetlendirir. Kahramanımız kendini atla özdeşleştirir ve at, özgürlük kavramına gönderme yapar. Kendisi nasıl hayatı boyunca özgür olamadıysa faytonlara koşulan atların özgürlükleri de ellerinden alınmıştır. İstanbul’un adalarında atların kötü koşullarda yaşatılması ve çalıştırılması sonucunda meydana gelen ölümlere[3] dikkat çekmek isteyen yazar, güncel bir soruna gönderme yapmıştır. Bir yerde faytoncuların atların yerine arabalara koşulduğunu görürüz. Bu sahne, bir tür öç alma olarak yorumlanabilir:

“Fayton sokağındayız. Yerde faytoncular, hepsi arabalara koşulmuş, ağızlarında ağızlık, salyaları sudan ağır. Gözlerinde at gözlükleri. Atların peşi sıra geliyor insan-faytonlar.” (s. 28).

Anlatıcı artık uyanmak istese de anıları peşini bırakmaz. En çok anne ve babaya dair şeyleri hatırlaması öyküyü bir hesaplaşma alanına çevirir. Ne annesi ne de babası tarafından sevilen bir çocuğun hesaplaşmasıdır bu. Böylece güncel öykümüzde çok işlenen bir konuya kendi bakış açısıyla yaklaşır Gamze Arslan. Bu konu, çekirdek ailenin bireyselliği yok eden kalıp yargılarının ve gelenekçi bakışının eleştirisidir. Bu eleştiri kadınlık üzerinden yapılır çünkü öykünün isminde de gönderme yapıldığı gibi kahramanımız bir kız evlattır. Kız evlat olduğu anne ve babası tarafından çeşitli yollarla hatırlatılmıştır ona. Kız evlat olarak yapıp yapamayacakları, söyleyip söyleyemeyecekleri dikte edilmiştir. Anlatma zamanında kırk beş yaşında, yalnız bir kadın olarak hâlâ “kız evlatlığın” ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Yazarın bunu vurgulayarak kimlik sorununa işaret ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü “erkek evlat” olsaydı, bu şekilde bir hesaplaşmaya ihtiyaç duymayacaktı. Öykünün isminde geçen “kız evlat” ifadesinin yanına ünlem işaretinin getirilmesi de bilinçli bir tercih oluyor bu durumda.

Gamze Arslan, öykünün isminde de vurguladığı kadın kimliğini cinsellik ve evlilik bağlamında ele alıyor öyküde. Özellikle anneyle ilgili anımsamalarda karşılaştığımız cümlelerde her iki bağlama dair de olumsuz durumlar ve duygular aktarılıyor. Rüyanın farklı yerlerinde kimi yaşanmışlıklar (annenin dişini kırması, babayla oturulan rakı masası, babanın evi terk edişi) açık edilmiş ve hem anneye hem de babaya çoğunlukla olumsuz vasıflar yüklenmiştir. Tüm sahneleri birleştirdiğimizde ortaya bir “aile” tablosu çıkacaktır. Söz konusu aile; anne, baba ve kızdan oluşan çekirdek ailedir. Nükhet Sirman, Aksu Bora’yla aile kavramı üzerine yaptığı bir söyleşide[4] modernleşme süreciyle birlikte çekirdek ailenin toplumsal ilişkilerin bir metaforu hâline geldiğini söyler. Bu metafor, kendisinden olmayanı, yani aileye “yabancı” olanı dışlar ama toplumsal ilişkiler açısından “ideal” olanı da temsil eder. Bu temsiliyet gücü, aile içindeki sorunların (ev içi emeğinin değersizleştirilmesi, çocukların bakımı, şiddet vb.) konuşulamaz hâle gelmesine sebebiyet verse bile aile birliği, gündelik yaşamın kurulmasını ve sürdürülmesini kolaylaştırır. Bu durumu, öyküdeki anlatıcımızın yaşadıkları ekseninde de gözlemleyebiliriz. Anlatıcı, anne ve babasını kaybedince yalnız kalmış ve bir anlamda özgürleşmiştir ancak yalnızlığıyla ve geçmişiyle hesaplaşamadığı için mezarda da olsalar ebeveynlerine bağlıdır hâlâ. Annesiyle duygusal bir bağı gerektiği gibi geliştiremeyen kızın benlik duygusu zayıf kalmıştır. İktidarını güçlü bir biçimde kuran annenin koruyup kollayan, şefkat gösteren geleneksel anne imajından uzak olduğu açıktır. Baba ise evde olmayandır, evi terk edip başka kadına gitmiştir.

Öyküde anne ve baba dışında toplumun yansıması olan tek kişi komşu Saniye Hanım’dır. Ona ait hatıra da yine kadınlığa ve cinselliğe bağlanmıştır:

“Bana her Allahın günü orospuymuşum gibi dik dik bakan Saniye Hanım çıkıyor karşıma.” (s. 27).

Öykünün sonunda anne olumsuz vasıfları yüklenmeye devam ederken, kızına sarılan baba, az da olsa şefkatli bir kimliğe bürünür. “Su nasıl da değiştiriyor her şeyi. Nasıl temizliyor. Rakıyı da, babayı da, dünyayı da. “(s. 30) cümleleriyle tekrar su metaforuna gönderme yapılır. Burada suyun temizleyici, arındırıcı niteliği vurgulanır. Yüzme, dolayısıyla rüya (kâbus demek daha isabetli olacaktır belki) sona ermiştir.

“Ben Evlat, Kız Evlat!”, olay zamanı altı sayfaya sığdırılan kısacık bir öykü aslında ama barındırdığı metaforların açılımıyla anlam evreni oldukça genişliyor. Bu öyküyü alımlamak bir rüyanın yorumu olarak da görülebileceği için birkaç kez okunduğunda sırlarını daha çok ele verecek ve böylece metafor, leitmotiv ve nesnelerin temsil ettikleri üzerine daha fazla söz söylemek mümkün olacaktır. Buradan ilerlersek öncelikle sandık metaforuna değinebiliriz. Kanayak’taki “Tamam Şimdi Buldum” öyküsünde nesnelerin büyüsüne inandığını söyleyen öykü kişisi gibi Gamze Arslan da öykülerinde sıklıkla nesnelere yer veriyor ve bunların gündelik ilişkilerimizi nasıl belirlediğini farklı bağlamlara oturtuyor. “Ben Evlat, Kız Evlat!”ta anne-kız arasındaki ilişkide önemli rol oynayan bir çeyiz sandığı var. Anneanneden kalan bu sandık, anne- kız arasında gerginliğe neden olur. Koruyucu ve saklayıcı özellikleriyle sandık da tıpkı su gibi bir bellek metaforudur. Gökhan Tunç’un belirttiği gibi, “Sandığın içindekiler, bellekte yer alan hatıralara; sandığın açılması, karıştırılması veya içindekilerden herhangi birinin alınması hatırlamaya; sandığın dayanıklılığı belleğin sağlam oluşuna, bir başka ifadeyle iyi hatırlayabilmeye tekabül etmektedir” (s. 131). Ceviz sandık, anne için hem kendi annesinden kaldığı hem de çeyizlik eşyalarını sakladığı için değerlidir. Oysa kızı onun canını yakmak için sandığın cevizden değil, adi bir malzemeden (sunta) yapıldığını iddia eder. Halbuki sandık, cevizden yapılmıştır ki bu da onun değerini ve dayanıklılığını vurgular. Sandığın ikinci anlamı ise tıpkı saç gibi kadınlığa dair bir gösteren olmasıdır.

Yazının başında saçın anlatıcı için önemine değinmiştim. Saçla ilgili anımsamalar, öykünün devamında da karşımıza çıkar. Anne, kızın canını yakmak için saçını yolar. Saçın yolunmasını benliğe bir saldırı olarak yorumlayabiliriz. Serpil Akdağlı, saçın farklı zaman, kültür ve toplumlarda nasıl bir sembol alanı oluşturduğunu incelediği makalesinde bu konudan şöyle söz eder: “Baş, yüz ve saç insanoğlunun tanınma göstergeleridir. Toplum içinde bu göstergeler hem bedensel anlamda hem de ruhen kişinin varlığını ortaya koyar. Kişinin öz varlığına zarar vermek istendiğinde öncelikle bu göstergelere saldırılması onların kutsallığı iddiasını güçlendirmektedir” (s. 1532).[5] Saçın gönderme yaptığı pek çok kavram olsa da bu öyküde benliğe saldırıyı ve anne iktidarını çağrıştırdığı açıktır.

Saç ve sandıktan sonra kadınlığa dair üçüncü gösteren de ağdadır ancak bu, öyküde pek iyi işlenmemiştir. Yalnızca bir yerde (koltukaltında çıkan yüzgeçlerin ağda acısını hatırlatması) ağda yapmanın kadınlığa geçiş olarak algılanmasıyla ilgili ufak bir çıkarım yapabiliriz. Bu metaforların yanında iki de leit motif var öyküde: kırık diş ve atın gözleri. Kırık diş, cinsellikle ilgili olumsuz anıları akla getirirken atın gözleri anlatıcıda olumlu duyguların uyanmasına neden olur. Atın görünüşüne dair betimlemeler yapılmıştır öyküde. Özellikle gözlere ve bakışlara yapılan vurguyla görme duyusu ön plana çıkarılmıştır. Atın neyi simgelediğinden daha önce bahsettim ama atın öyküde bir kez anneyle bir kez de babayla özdeşleştirildiğini de görüyoruz. Ancak atın bakışının neden anneyi hatırlattığı çok açık değil.

Öykünün diğer dilsel özelliklerine gelecek olursak, “ben evlat, kız evlat!” ifadesinin farklı yerlerde tekrarlandığı ve bu yolla öyküde bir ritm yakalandığı görülür. “Mezarla inatlaşıyorum!”, “Ölmüş annemle inatlaşıyorum hâlâ” gibi birbirine benzer cümlelerin aralarda tekrarıyla ritm sürdürülür. Anlatıcının yatakta dönerken çıkardığı “gulp gulp gulp!” sesi de iki farklı yerde yinelenir. Bunların yanında “Direnmiyorum, suyun kaldırma kuvveti var, annelerin yok!” (s. 26), “Buzsuz rakı olmaz, adaletli baba olmayacağı gibi” (s. 29) tarzında iç monologların “doğallığını” bozan, aforizmavari birkaç cümleye de rastlarız. Bunlar anlatıcıya değil de, yazara aitmiş gibi tınlıyor.

Yazının girişinde belirttiğim gibi bir hesaplaşma öyküsü “Ben Evlat, Kız Evlat!”. Gamze Arslan, bir söyleşisinde[6] hem ilk kitabı Çerçialan hem de Kanayak’ın yüzleşme ve hesaplaşma duygularının dile geldiği öykülerden oluştuğunu söylemiş. Bu hesaplaşma daha çok kadın özneler aracılığıyla gerçekleşiyor. Aslında sadece kadınların dertlerini anlatan öyküler yazmıyor ama birçok öyküsünde feminist bir söylem yarattığını söyleyebiliriz. Özellikle Kanayak’ta kimlik, aile, kadınlık, erkeklik, beden ve doğa temaları oldukça belirgin. Kitabın adından kapak tasarıma kadar içeriğe yansıyan bir bütünlük söz konusu. Bu bütünlük, ilk öyküde doğumla başlayıp son öyküde ölümle biten bir döngüselliğe de evriliyor.[7]

İlk kitabı Çerçialan’la 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne layık görülen Arslan, Kanayak’la kendi tarzını biraz daha geliştirmiş. Öykücülüğünün genel karakterini kısaca şöyle aktarabilirim: Şehirli ya da taşralı öykü karakterleri biraz “sıradışı” sayılabilir. Bu kişiler kimi zaman bir tür delilik hâline bürünüyorlar. Sembolik anlatıma ağırlık veren Arslan, ben anlatıcıların ve mekânların isimlerini belirtmiyor çoğunlukla. Yer yer masalsı bir anlatıma başvuruyor ama birçok inceleme yazısında belirtildiği gibi “büyülü gerçekçi” olarak nitelemek çok da doğru değil bu öyküleri. Nesne, beden ve eşyaların öykülerde dile gelmesi bu benzetmeyi akla getirebilir ama fazlasıyla “gerçekçi” Arslan’ın öyküleri. Sokaktaki ve evdeki şiddeti dile getirdiği için “sert” olarak da nitelenebilir. Arslan, dişil bir dil yaratmaya çalışıyor ve kimi zaman yerel dil kullanımlarına da yer veriyor. Arslan’ın bundan sonra yazacağı öykülerde dilini nasıl geliştireceği ve farklı kanallar ekleyerek sularını nasıl genişleteceği merak konusu. O zamana kadar okuması ve sindirmesi zor ama bir o kadar da keyifli bu “sert masalları” daha iyi anlamak ve çözümlemek gerekiyor.

Sibel Yılmaz


[1] Gamze Arslan, Kanayak, Can Yayınları, İstanbul, 2019.

[2] Gökhan Tunç, Şiir ve Bellek: Modern Türk Şiirinde Bellek Metaforları, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2020. s. 75-102.

[3] Yakın bir zamanda başta Büyükada olmak üzere İstanbul’un adalarında faytona koşulan pek çok at, hastalık (at vebası) ya da hareketsizlik nedeniyle ölmüş; çevreciler buna tepki göstermişti. Konuyla ilgili güncel bir tartışma için tıklayın.

[4] Aksu Bora, “Biraz Gerçek, Biraz Fantezi, Biraz Tarih: Nükhet Sirman’la Aile Üzerine”, Birikim, S. 387-388 (Aile Neyimiz Olur? sayısı), s. 8-20.

[5] Serpil Akdağlı, “Sembolik Temsil Alanı ve Sanat Yapıtı Olarak Saç”, ulakbilge, 55 (202O Aralık), s. 1531-1551.

[6] Link.

[7] Gamze Arslan da bir söyleşisinde bu konuya dikkat çekmiş: Link.