Wolfgang Borchert, milyonlarca insanı altına alarak defalarca takla atmış bir 2. Dünya Savaşı arabasının enkazı üzerine çok kısa bir süreliğine konup, bu konuşa bizi tanık kılıp sonra da uçup giden bir guguk kuşudur.

Birkaç yıldır kitaplığımda duran Wolfgang Borchert’in Bu Salı adlı öykü kitabına yeni uzanabildim. Değerli hocam, ressam İbrahim Çiftçioğlu vermişti kitabı bana ama araya bir sürü şey girdi de ancak okuyabildim; keşke daha önce okusaymışım. Daha ilk öykülerde aklıma yıllar evvel okuduğum Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş’u geldi. Konu ya da yazım tekniği açısından değil, yarattığı benzer çarpma etkisinden. Borchert’in öyküleri öyle insanı sarsmadan, bir nevi şok etkisi yaratmadan bırakacak gibi değil. Borchert’in en önemli temsilcisi olduğu edebi akıma Yıkım ya da Yıkıntı Edebiyatı deniyor. Almanya’da ortaya çıkan ve çok da uzun sürmeyen bu akım, adı üstünde yıkımı anlatıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında insanların ve toplumun yaşadığı maddi ve manevi büyük yıkımları konu ediniyor; vurucu, sert, sersemletici.
Elimdeki kitap de yayınevi’nin 1965 yılı baskısı. Kamuran Şipal çevirisi. Bu öykülere, yine önemli bir Yıkıntı Edebiyatı temsilcisi olan Heinrich Böll önsöz yazmış. Bu Salı’nın basımını göremeden, 1947 yılında ölmüş Borchert, tam 26 yaşında. Çok kısaca bahsedeyim: Borchert 20 yaşında askere alınıyor, yaralanıyor, hastalanıyor, difteri, karaciğer, tifo, sarılık, savaştan kaçmak için kendi elini vurduğu iddiasıyla ölüm cezasına çarptırılıyor. Nasyonal Sosyalizme karşı bozguncu görüşlerinden ötürü hapsi boyluyor, sonra bağışlanıp tekrar savaşa gönderiliyor, yine hastalanıyor, çürüğe ayrılıyor. Sonra şiir yazıyor ve öyküler. Dünyaca ünlenen oyunu Kapıların Dışında 1947’de Hamburg radyosunda yayınlanınca büyük ilgi görüyor. O sırada ağır hasta, oyunun oynandığını, öykülerinin kitaba dönüştüğünü göremeden genç yaşta ölüyor. Kısacık ömrüne acı ve zorlukların sığdığını görmek neden ve nasıl yazdığını daha iyi anlamak için de bir kapı açıyor. Toplumuyla birlikte kendisi de yıkımı yaşıyor, belli ki yaşamının yıkıntıları arasından, geleceğe, bize kalacak yıkılmayan dikitler bırakmak istiyor yazdıklarıyla ve bunu başarıyor.

Burada bir parantez: Adlandırmaların, dönem isimlendirmelerinin vs. nereden geldiğini çoğu kez bilmeyiz, bazen merak da etmeyiz. Kendi kendilerine isim almıştır kimi kavram sanki. Halbuki mutlak ki bir adın ilk kez dillendirildiği bir an, yazıldığı bir metin vardır ve bu adı dile getiren birisi. “Yıkıntı” bu akımın adı olarak ilk ne zaman kullanılmaya başlandı bilemiyorum ama Bu Salı’da dikkat çeken bir bölüm var. Şöyle:
“Gel sevgili mayıs ve yeşillendir savaş alanlarını bira şişesi yeşilliğince ve şarkımca yeşillendir yıkıntıları, o devcileyin yıkıntı denizini ve rakı tatlılığında batış şarkımca yeşillendir.”
Belki de bu satırlardan geliyor Yıkıntı Edebiyatı’nın adı. Bunu metnin orijinal dilinden de kontrol etmek gerek elbette. Bir olasılık olarak bu parantezin içinde kalsın şimdilik.
Bana bu yazıyı yazdıran şey ise Borchert’in tercih ettiği üslup, anlatım biçimi. Dikkati çeken bazı tercihleri var yazarın. Hemen özetlemek gerekirse, özellikle kitabın ikinci bölümündeki öykülerde ilk göze çarpan yarım bırakılmış, kesik kesik, eksiltilmiş cümleler, kısa sorular kısa cevaplar ve tekrarlar, sonu gelmez uçsuz bucaksız yinelemeler. Okudukça neden böyle bir anlatım biçimi seçtiğini düşünüp durdum, birkaç yerde kendi cümlelerinden de ipuçları yakaladım sanırım.
Öncelikle kesik, yarım bırakılmış cümlelerden ve tekrarlardan birkaç örnek vereyim. “Mayısda, Mayısda Haykırıyordu Guguk” adlı öyküden:
“Bayağı bir şeydi, diyor devcileyin ağız, asla bir olağanüstülüğü yoktu. Bayağı bir şeydi işte. Bir kurşun-sabah. Bir kurşun-tren. Ve kurşun-askerler. Askerler. Bizdik. Asla bir olağanüstülüğü yoktu. Sadece bayağı bir şey. Bir istasyon. Bir marşandiz. Ve insan yüzleri. Hepsi bu kadar.”
Buna benzer bölümlerle örülü öyküler. Tekrarlar, bu kesikliği ve yarım bırakılmışlığı en iyi tamamlayan unsur.
“Kız intihar etmem gerekiyor, dedi. Öylesine söyledi ki sanki saat on bir treniyle gidiyorum der gibi… Sadece düşündüğünü söylüyor… Ne dersiniz, bunları şimdi öyle düpedüz söylemeye kalksam, efendim? Kim dayanabilir buna, efendim.”
Bu satırların geçtiği Ne İdüğü Belirsiz Kahve adlı öyküde üşenmedim saydım, on dört kez kahvenin ne idüğü belirsiz ya da berbat olduğu söyleniyor. Belki böyle düpedüz söylenenlere, yaşananlara, gerçeklerin çıplaklığına dayanmak için, bunun ağırlığını gündelik dertlerin tekrarıyla hafifletmeye çalışıyor öyküdeki tiplemeler. Küçük Mozart’ımız öyküsünde ise üç dakikada bir geçen tren ve günde sekiz yüz kez Lehrter Caddesi anonsu duyuluyor istasyonda. Bunu söyleyen bir kadın sesi. “Sonsuz bir tespih.” Borchert’in tekrarları gibi:
“Ve sonsuz akşamsı saçlar… Her Allahın günü sekiz yüz kez çağırıyordu kadın: Lehrter Caddesi, Lehrter Caddesi. Ve kimse de çıkıp boğmuyordu kadını. Kimseler bizi düşünmüyordu. Ve kimseler de dişlerini gırtlağına geçirmiyordu, o melun gırtlağına. Ne gezer, nerde, çünkü türkü çağırıyordu kadın, trenci kadın, duygulu dünyayurtözlemi türküsünü, Lehrter caddesinin o budalaca susturulamaz türküsünü.”
Bir türkünün nakaratları mı Borchert’in tekrarları da. Öyle olmalı. Yoksa durmaksızın tekrarlanan bir askeri kıtanın yürüyüş marşı mı?
“… İkidir şimdiye değin aman da hey de ileri, Fischer! üç dört sol iki sol iki serilip kaldım yerde üç dört yürü, Fischer! aman da hey de aman, yamandır şanlı piyade yaman, Fischer! yürü, Fischer! sol iki üç dört ah bir şu açlık bu rezil açlık hep bu rezil sol iki üç dört sol iki sol iki sol iki…”
Peki ya sayılar, sayılara ne demeli, bir yığın sayı, çünkü sayılar tekrar eden rakamlardan oluşuyor. “57 kişi. Bir sıfır ekle 570. Bi sıfır bi sıfır daha 57.000. Ve bi sıfır bi sıfır bi sıfır daha 57.000.000. Hepsini Woronesch’te toprağa verdiler.” Düpedüz söylenenlere dayanabilmek, bir türkünün nakaratlarını ya da askeri bir marşı seslendirmek ya da rakamların doğası neden olabilir kesik tekrarlara, yinelemelere.
Hepsi bir yana önemli bir nedeni daha var Borchert’in seçtiği anlatımın. Bu tekrarlar, bana kalırsa aslında sayıklama, bazen çığlığa, haykırışa dönüşen sayıklamalar, okuru da bitmek tükenmek bilmeyen ve her gece görülen bir kabusun içine sürüklüyor. Borchert bu kabusun ipucunu Kapıların Dışında adlı oyununda da veriyor: Savaştan dönen ve hayatı yıkıma uğramış Beckmann, anlatıyor binbaşıya, her gece aynı rüyayı gördüğünü ve haykırarak uyandığını, bu yüzden uykusuz, müthiş yorgun, sayıklıyor. Çünkü öyle olmalı. Çünkü Borchert başka türlü anlatamaz. Çünkü Borchert diyor ki “Haykır Yalnız Kuşu (sürekli guguk diyen, kimsenin tembelsi telaşlı ötüşüne katlanamadığı, alışamadığı guguk kuşunu kastediyor), utandır ozanları, sendeki o yaman sözcükler onlarda yoktur, onların dile getirdiği yalnızlık bir gevezeliktir sadece, ve onların yapacağı en büyük iş ancak susmaktır… Çünkü kim çıkar ki aramızda, kim kurşunlarla delik deşik bir akciğer hırıltısına bir mısra düzebilir, kim bir idam mahkumunun çığlığını şiire dökebilir, kim bilebilir o ölçüyü, bir ırza tecavüze uygun o ritmik ölçüyü, kim makinelilerin uluyuşunu verecek bir vezin bilebilir…” Böyle devam ediyor, oradan romanlara, sözcüklere ve harflere kadar vardırıyor ve sonunda, “Evlerinize gidin, ey ozanlar, ormanlara gidin, balık tutun, odun kırın ve yiğitlik gösterin: Sükutla geçiştirin.” İşte, inanmadığı için yıkımı ölçülü dizelerin, kafiyelerin, vezinlerin anlatabileceğine, Borchert guguk kuşu gibi guguklayıp duruyor, durmaksızın, guguk guguk, tekrar ve tekrar, yarım yarım, kesik kesik, yineliyor, guguk guguk.

Ve böylece ozanlara yazılmaz dediği şiiri yazmaya koyuluyor aslında. Çünkü Borchert anlatmaya çalışmıyor, yıkımın anlatılamayacağını biliyor. Bu nedenle sayıklamaların, yarım cümlelerin, tek kelimelik cümlelerin yardımıyla bize yaşanan yıkımı hissettirmeye çalışıyor. Şunu çok iyi anlıyoruz ki Borchert örneğinden, anlatım biçimi tercihi neyi anlatmak istediğimize göre belirlenmeli, yazarın nasıl anlattığı önemlidir diyoruz ya, işte nasıl anlattığı ne anlattığına, ne hissettirmek ya da sezdirmek istediğine göre de şekillenmeli, ancak o zaman içerik ve anlatımda tencere kapak uyumunu görebiliyoruz. Yaşam hikayesinden de öğreniyoruz ki Borchert önce şiir yazmış, yaşamının son iki yılına sıkıştırmış dünyaca ünlenen Kapıların Ardında adlı oyununu ve kısa öykülerini. Hayır De adlı savaş karşıtı manifestosunun çevirmeni Celal Üster bu kitabın ve Fener, Gece ve Yıldızlar adlı şiir kitabının önsözlerinde Borchert’in dizeleri için de “kırık dökük” ifadesini kullanıyor. Şiirlerinde bazen yine Üster’in dediği gibi melankolik. Aklıma şu geliyor, acaba Borchert “Mayısda, Mayısda Haykırıyordu Guguk” öyküsünde hece, vezin, dize, kafiye peşinde koşan ozanları eleştirirken kendi şiirlerinin ve çabasının beyhudeliğinden de mi yakınıyordu? Acaba şiirden uzaklaştı mı, yoksa savaşla ve yıkımla ilgili izlenimlerini daha doğrudan, dolaysız dışavurabileceğini düşündüğü için öyküyü mü seçti? Biraz uzun yaşasaydı belki öğrenebilirdik bu soruların cevaplarını.
Borchert okuru usandırmak istiyor. Her saat başı ve yarım saatlerde öten guguklu saat gibi, bu saati icat eden Almanların da ilham aldığı bıktırıcı guguk kuşu ötüşü gibi. Başımızın dönmesi, satırların birbiri peşi sıra üzerimize devrilmesi, sinirlerimizin yıpranması, bunalıp öyküden dışarı kendimizi atma arzusunun oluşması için elinden geleni yapıyor ve bunu başarıyor. Çünkü savaşın bombaları da peşi sıra üstüne düşüyor insanın, ölüm tekrarlanıyor her gün her gün, sayılarla başlayıp ete kemiğe bürünen ölüm kısır döngüye dönüşüyor, tüm canlılar ve doğa bile usanıyor savaştan ve insan kabustan uyanır gibi uyanıp sıyrılmak istiyor yıkımdan. Ama olmuyor. Öyküler bitiyor, savaş da bitiyor bir gün, yıkımı sürüyor ve öyküler de sürüyor. Borchert bir etki yaratıyor, her ne kadar anlattıkları zihnimizde acı tablolar oluştursa da anlatım biçimi aslında ruhumuza dokunuyor. Şundan eminim yıllar sonra Borchert’in öykülerindeki bir adamın ya da kadının yaşadıklarını hatırlamayacağım ama ruhumda yarattığı burgacın neye benzediğini hatırlayacağım.
Bir yandan, günlük hayatta, savaşın içinde de olsak, sıradan bir iş gününde de, bir konu hakkında konuşurken hiçbirimiz kitap cümleleri kurmayız, çoğumuzun sözleri böyle kesik kesik, bir iki sözle karşı tarafa derdimizi anlatmaya çalışırız, işe yarayacağını da biliriz, çünkü o sözü yüzümüzün haliyle, ses tonumuzla, vurgumuzla, el kol işaretimizle destekleriz ve bir içerik içindeyiz her zaman. Borchert bu kesik, yarım, kısa cümlelerle kurduğu öykü yapısıyla tıpkı böyle benzer bir içerik oluşturuyor ve derdini anlatıyor. Ve tekrara da düşeriz konuşurken, hem de çok. Aynı şeyleri döndürüp dolaştırıp söyleriz ki kimimiz bunu usandırıcı şekilde yapar. Öte yandan, bu kesik, yarım cümlelere ve tekrara en çok hayatın normal akışının kesintiye uğradığı felaket anlarında açık seçik tanık oluruz. Örneğin taklalar atmış bir arabanın içinden birkaç sıyrıkla çıkan bir kazazede ancak böyle cümleler kurar, kekeler, sayıklar, tekrar eder, anlamlı anlamsız birkaç söz belki dökülür ağzından. Bir doğal afette yakınlarını kaybedenler kendilerinden geçmiş halde feryat figan etseler de yaşadıkları durumun vehametini sözcüklerle anlatamayarak anlatılar, hissettirirler bize. Savaşın vahşeti ve yıkıntıları içinde kalan bir insanın da farkı yok bundan kanımca. Ne söylese eksik kalır ve ancak yaşadığı felaketten, şoka girmiş bir felaketzede, aklı ve ruhu karışmış bir kurban gibi bahsedebilir. Belki guguk kuşu gibi guguk guguk der sadece. İşte Borchert, milyonlarca insanı altına alarak defalarca takla atmış bir 2. Dünya Savaşı arabasının enkazı üzerine çok kısa bir süreliğine konup, bu konuşa bizi tanık kılıp sonra da uçup giden bir guguk kuşudur.
M. Özgür Mutlu
W. Borchert, Bu Salı, Çev: Kamuran Şipal, de Yayınevi, 1965.
W. Borchert, Fener, Gece ve Yıldızlar, Çev: Behçet Necatigil, Ayşe Sarısayın, Can Yayınları, 2008.
W. Borchert, Kapıların Dışında, Çev: Behçet Necatigil, Can Yayınları, 2017.
W. Borchert, Hayır De, Çev: Celal Üster, Yordam Yayınları, Yordam Yayınları, 2017.