Edward Abbey’in “Sabotaj Çetesi” adlı romanı Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Nuray Önoğlu ile konuştuk.

“Sabotaj Çetesi”ni çevirmeye nasıl karar verdiniz?
Yayınevinin önerisiyle. Bir çeviri önerisi geldiğinde, karar vermeden önce, olağan olarak kitabın metnini görmek, kitaba bir göz atmak isterim. Yine öyle oldu. Kitabı gözden geçirdim, hakkında biraz araştırma yaptım ve çevirmek istediğime karar verdim. Kararımı yayınevine ilettim, sözleşme yaptık ve başladım.
Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?
Alaylı bir çevirmenim. Jeoloji mühendisliği eğitimi gördüm, paleontolojide uzmanlaştım. On iki yıl akademide çalıştım; sonra da sekiz yıl bir kamu kurumunda. Emekli olmadan önce beş yıl kadar bir kamu kurumunda “gizli işsiz” olarak görev yaptım. Gidip geldiğim bir işim, mesai saatlerim vardı ama nedense yönetim bana iş vermiyordu. Israrlı görev alma taleplerim ısrarla dikkate alınmıyordu. O yılları delirmemek için durmaksızın okuyarak geçirdim. Akademideyken dil öğrenmem gerekmişti. Öğrendiğim dili unutmayayım diye İngilizce popüler bilim kitapları, ardından da kurgu kitaplar okumaya başladım o dönemde. O zamana kadar mesleki eserler dışında pek İngilizce kitap okumamıştım. Bunu yaparken tuhaf bir duruma aydım: Türkçesini anlayamadığım bazı kitapların İngilizcesini anlayabiliyordum. İngilizcemin Türkçemden iyi olması mümkün değildi. Dolayısıyla kötü çeviri meselesine uyanmış oldum ve “ben daha iyisini yapabilirim,” şeklinde bir vehme kapıldım. Umarım yanılmamışımdır.

“Sabotaj Çetesi”nin çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Sanırım beş-altı ay sürdü çeviri. Malum, aynı zamanda kitapçılık gibi tam zamanlı bir işim var, o nedenle çevirilere ayırabileceğim zaman kısıtlı. Abbey’in şimdiki zaman ve geçmiş zaman kiplerini kitapta eşzamanlı kullanması meselesi epey düşündürdü ve uğraştırdı beni başlangıçta. O konuda emekli dilbilimci, Prof. Dr. Semiramis Yağcıoğlu’nun büyük yardımını gördüm. Onun görüşlerini de alarak üsluba sadık kalmak gerektiği sonucuna vardım ve öyle yaptım. Okurun tereddüde düşmesi ihtimaline karşı bunun yazarın üslubundan kaynaklandığını da kısa bir çevirmen notu yazarak belirttim.
Çok zevkli bir süreçti doğrusu. Doğayı aşkla severim. Mesleğimin de payı vardır bunda mutlak. Abbey’in doğa betimlemeleri, kitabın atmosferi benim için birçok bakımdan şölen gibiydi. Çeviri yaparken heyecanlandığım, kahramanlarla birlikte kaçıp kovaladığım olur ender olarak. Geceleri Daireler Çizerek Yürürüz’de yaşamıştım bunu. Sabotaj Çetesi’nde çetenin dört muhteşem üyesiyle birlikte ben de maceralara atıldım, heyecanlandım, kaçtım, saklandım adeta. Sık sık çeviriye ara verip internetten sözü edilen bölgelerin fotoğraflarına, haritalarına baktım. Hala oralara gitmeyi ve kanyonlar bölgesini dünya gözüyle görmeyi hayal ediyorum.
Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Edward Abbey? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?
Hayır, önceden tanımıyordum. Elbette karar verince hakkında epeyce araştırma yaptım, internette bulduklarımı okudum ve ayrıca çeviriyi yaparken, o zamana kadar Türkçeye çevrilmiş tek kitabı olan Çölde Tek Başına’yı okudum. Kurgu dışı, Utah’da doğa korucusu olarak çalıştığı dönemi, o dönemde yaşadıklarını ve tanık olduklarını anlatan son derece ilginç bir kitaptır.
Edward Abbey orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?
Abbey son derece yetenekli bir yazar. Doğaya duyduğu sevgi ve saygıyı çok önemsiyor ve paylaşıyorum. Sabotaj Çetesi, doğru anlıyorsam, bir misyonu olan, insanlara bir meseleyi anlatmak için de yazılmış bir roman. Abbey’in o zaman söylediklerinin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu bugün acı bir şekilde çok daha iyi anlıyoruz. Fakat aynı zamanda enfes bir üslubu ve dili var. Romanı bir “mesaj” vermek için mi yazdı bilmek zor ama mesajını son derece ilgi çekici, okurun ilgisini canlı tutan ve özgün bir üslupla ve çok zengin bir dille yazdığına şüphe yok.
Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?
Kitapta bayıldığım çok yer var. Ama en sevdiğim pasajlardan birini paylaşayım: “Böyle düşünüyordu. Böyle hissediyordu. Özgürlük duygusu canlandırıcıydı, ama hafif bir yalnızlık gölgesi, bir parça kederle. O eski, hiç kimseye minnet etmesini gerektirmeyen, mutlak bağımsızlık rüyası, bir hayalden yükselen duman, içinde gümüşten bir yıldırım çakan kara bir bulut gibi günlerinin üzerinde süzülüyordu. Çünkü Hayduke bile, doğrudan yüzleştiği zaman, mutlak yalnızın delireceğini hissedebiliyordu. Mutlak yalnızlığın delilik olduğunu. Yalnızlığının derinlerinde bir yerlerde, yabaniliğin ve özgürlüğün ötesinde, delilik tuzağı kuruluydu. Akbaba bile; o kızıl enseli, kara kanatlı anarşist bile, bütün çöllerin en miskin ve en küstah yaratığı akbaba bile, akşamları soydaşlarıyla toplanmaktan ve karşılıklı hikâyeler anlatmaktan hoşlanırdı; bütün sürü, kamburunu çıkarıp kara kanat cübbelerine bürünür, etraftaki en ölü ağacın en yüksek dalına tüner, entrikacı bir papazlar meclisi gibi gevezelik ederlerdi birlikte. Akbaba bile — harika bir düşünce — yuva krizine girer, bir süreliğine eş bulur, bir küme akbaba yumurtasının üzerine kuluçkaya yatar, yavru çıkarırdı.”