Ferit Edgü’nün “Yazar ve Yazman” adlı öyküsünden yola çıkılarak yazılmıştır.
Bir akşam meyhaneden eve dönerken, düşüp kolumu kırmamla başladı her şey. Aslında düşüşüm o kadar sert değildi. İhtiyarlıyordum. Vücudum artık beni koruyamaz olmuştu. Doktor kafasını, durumun oldukça vahim olduğunu gösterir bir biçimde sallayarak, alçının üç ay kalması gerektiğini söyledi. Bu sıçtığımın resmiydi. Zihnimi meşgul eden hikâyeler, tamamlamam gereken yazılar ve bir de roman vardı. En kısa zamanda bir çare bulmam gerekiyordu. Tavsiyelerini aldığım arkadaşlarımın birçoğu, aynı şeyi söyledi. “Bir yazman tutmalısın.” Baştan bunun mümkün olmayacağını çünkü bu konuda kimseye güvenemeyeceğimi söyledim. Fakat sonunda bu tavsiyeye uymaktan başka çaremin olmadığını anlamıştım. Bu sefer karşı atağa geçtim. “Madem yazman tutmamı istiyorsunuz, o zaman onu bana siz bulacaksınız,” dedim. Sağ olsunlar, yardım etmeye ne kadar heveslilermiş ki dört bir koldan araştırmaya koyuldular. Yazman konusundaki tek hassasiyetimiz güvenilir olmasıydı.
İlana çıktığımız –tabii benim adımla değil- sorup soruşturduğumuz süre zarfında, yazma konusunda gene arkadaşlarım, canla başla yardımcı oluyorlardı. Kimisi mesai arasında kimisi mesaiden sonra kimisi de özel izin alarak bana geliyorlardı. Aslında daktiloyla değil, elle yazmayı tercih ediyordum. Eğer yazmak için kullandığım kolumu kırmasaydım, gene sorun olmayacaktı. Maalesef orada da şansım yaver gitmedi.

Nihayet yaptığımız görüşmeler ve müracaat edenler arasında bir kişi içimize sinmişti. Orta yaşlı, genç ruhlu, yakışıklı bir adamdı. Anlatacak çok şeyi olan, konuşmak için can atan ama kendini tutmak zorunda olduğunun farkında gibi duruyordu. Hiçbirinin önemi yoktu. Tek isteğim açığı kapatmak için bir an önce işe koyulmaktı.
İlk zamanlar her şey yolunda gitti. Gelmesi gereken saatte geliyor, söylediklerimi yazıyor ve kimi zaman bırakmak istediğim noktalarda, evden erken ayrılıyordu. Bir gün kahve içmeyi çok sevdiğini ve kendisi için getirip getiremeyeceğini sordu. Bunun benim için sorun teşkil etmediğini söyledim. Ertesi gün elinde bir poşetle geldi. Poşette sadece kahve olmadığını, çeşit çeşit bisküviler de olduğunu, kendisi için hazırladığı çekmeceyi açtığımda anladım. Ne kahve ne de bisküvi benim sevdiğim şeyler değildi. Gene de buna ses etmedim. Benim için önemli olan vaktimden çalmadan söylediklerimi yazmasıydı.
Bir sabah gelir gelmez kahve yapmak istedi ve olurumu almadan mutfağa yöneldi. İçeri geldiğinde elinde iki fincan vardı. Fincanın birini önüme koydu. Sevmediğimi söyledim. Ne nedenini sordu ne de bir şey söyledi. Bana yaptığı kahve olduğu gibi kaldı. O gün bir tür buhran yaşadım ve hiçbir şey yazamadık. Ertesi gün ise yine aynı şeyi yaptı. Acaba fazla dik başlılık mı yapıyorum diyerek, kahveden bir yudum aldım. Güzeldi. Beğenmiştim. Sinsi gülüşünü saklamadan bana bakıyordu. Sırf o bakış yüzünden gerisini içmedim. Ama sonraki gün ondan önce bitirdim kahveyi. Sonrasında hissettiğim müthiş yazma hevesine karşın onu daktilo başına oturtamadım. Hemen bir arkadaşı arayıp “adamın parasının tamamını ver ve bir daha gelmemesini söyle,” dedim. Bu, yine bir yazman arama girişimlerine başlamak demekti. İyice hevesim kaçmıştı. Bir ara işi iyice abarttım. Yazmayı bırakmayı bile düşündüm.
İki gün sonraki sabah kapı çaldı. O gelmişti. Bir şeyini unuttuğunu, alıp alamayacağını sordu. İçeri davet ettim. Alması gerekeni aldı. Tam gidiyordu ki, “Gitmeden bir kahve yapar mısın?” diye sordum. Memnuniyetle yapabileceğini söyledi. Kahveden sonra iki günün acısını çıkarırcasına çalıştık. Huzurluydum.
Her gün belirlediğimiz zaman aralığından sapmadan çalışıyorduk. Yazarken yanına bisküvi alıp benim düşündüğüm aralıklarda yemeye başladı. Kimi zaman da ben o kadar yazmaya hevesliyken, beni durdurup ağzına bir bisküvi atıyordu. Sanırım bütün bu hallerine alışmıştım çünkü rahatsız olmuyordum artık.
Günlerdir yazdıklarımızın hiçbirini kontrol etmemiştim. Bir akşam o gittikten sonra kendimi hâlâ dinç ve çalışmaya istekli bulunca, neler yazmışız bir bakayım diye kâğıtları elime aldım. O an beynimden vurulmuşa döndüm. Yazarken söylediklerimin birçoğunu değiştirmiş. Temelde istediğimi yazmış ama cümle kuruluşları ve kelime seçimleri tamamen farklıydı. Elim ayağım titremeye, başım dönmeye başladı. Olduğum yere yığıldım kaldım. Gene de hepsini kontrol etmekten kendimi alamadım. Kaç saat o pozisyonda kaldığımı bilmiyorum. Sonunda kanepede uyuyakalmışım. Kâbuslarımda sürekli onunla uğraşıyor, kovmaya çalışıyor ama kovamıyordum.
Berbat gecenin sabahında beni o uyandırdı. Eve rahat girip çıkabilmesi için anahtar vermiştim. Artık zile basmıyordu ve bu yüzden geldiğini duymamıştım. Her yer etrafa saçılmış kâğıtlarla doluydu. “İstersen bir daha gelmemek üzere gidebilirim,” dedi. “Hayır, Kalıyorsun. En iyisi sen bir kahve yap,” dedim. Bunu yapmakla doğru yapıp yapmadığımı hâlâ sorgularım. Belki de o gün onu kovmalıydım. Kovmamakla yaptıklarını resmen kabul etmiş oldum. Kolum iyileşmesine rağmen onunla çalışmaya devam ettim. Evet, ondan sonra yayımladığım her metinde onun parmağı var.
Özdemir Toprak