M. Özgür Mutlu’nun dördüncü öykü kitabı “Dönme Dolap Düşleri” geçtiğimiz haziran ayında İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı severek okudum. Diliyle, meseleleri ele alış biçimiyle iyi bir öykü kitabı olduğunu düşünüyorum naçizane. Kitabı bu kadar sevdiysem neden bir söyleşi yapmayayım dedim ve yazara birkaç soru hazırladım.

Aysun Kara

M. Özgür Mutlu

Dönme Dolap Düşleri dördüncü öykü kitabın, dört kitap bir öykücü için ustalık, öyküde ısrar, olgunlaşma, kendini bulma demek bana kalırsa. Öykülerin bütün bunları gösteriyor zaten ama bu kitaptaki öykülerde farklı bir dil var sanki. Daha özgürleşmiş, oturmuş bir dil. Dil konusuna çok kafa yorar mısın, öykünün konu, atmosfer gibi bileşenleri yanında dilin senin için önemi nedir?

Dil dediğimiz, konu, atmosfer, zaman, karakterler vs. tüm bileşenleri bir arada tutan bir kapsayıcı evren. O nedenle elbette çok önemli. Bazen metnin diğer bileşenleri zayıf olsa da güçlü bir dil, durumu kurtarabiliyor ama dil oturmamışsa, diğer her şey boşlukta asılı, kendini bulamamış nesneler haline dönüşüyor. Şu sıra, en çok düşündüğüm denge aslında. Yazı bir denge işi, sadece fazlalıklardan arınmak değil, vermek istediğimiz etkiye, yaratmak istediğimiz dünyaya ilişkin bir tasarımız varsa şayet bunu tüm öykü bileşenlerini tutarlı ve dengeli şekilde bir araya getirerek elde edebiliyoruz. Dil bu dengeyi sağlayan en önemli araç. Seçtiğimiz sözcükler, anlatım biçimi, öykü kişilerinin ağzından çıkanlar ya da çıkmayanlar, yani aslında yazarın tüm tercihleri olasılıklar evreninde bambaşka öykülerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Konu çok mu gereksiz, aksine ben her zaman konunun, hikâyenin önemine inandım. Hikâye olmadan nasıl yazacağımızı, nasıl bir dil kullanacağımızı belirlemek mümkün değil. Bir öyküyü yazıp yazmama kararını daha en başta hikâyenin içeriği belirliyor benim için. Sonrası denge işte ve hiç de kolay değil bana kalırsa, bazen farkına bile varmadan, ne olduğunu anlamadan yerde buluyorum kendimi.

Öykülerden çok fazla söz edip okuyacakların keyfini kaçırmak istemem ama kitabın ilk öyküsü Keşif hem diliyle hem de görselliğiyle adeta kısa film tadındaydı. Okurken zihnimde bir kamera belirdi sanki, bitirdiğimde film çekilip bitmişti. Öykülerinde fantastik öğeleri de kullanıyorsun ama oldukça ölçülüsün bu konuda. Gerçeküstü öğeler, böyle yazmayı seven yazarlar için tuzak da bir bakıma, kendimden biliyorum. Fantastiğin içinde kaybolup gitmek de var yani. Ama senin öykülerinde öyle olmamış, gerçeküstü öğeleri son derece ölçülü kullanmışsın. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersin?

Sanatın temelde yaptığı iş yeni bir gerçeklik alanı yaratmak ya da gerçeği farklı bir görünüşüyle ortaya çıkarmak. Hayatı, algıladığımız gerçeği ya da gerçeğin algılayabildiğimiz kadarını alıyoruz ve onu yorumluyoruz. Sırf bu nedenle bile sanat eseri ister toplumcu gerçekçi olsun ister fantastik, sadece varoluşuyla az çok büyülü gelir bana. Öte yandan gündelik hayatta da her şey çok gerçek değil, en azından hayal kurduğumuz anlar var, rüyalarımız, karabasanlarımız var, gerçekliğinden şüphe duyduğumuz haberler, distopik sahneler, ufak kıyametler var, çoğu kez neyin gerçek neyin hayal, neyin doğru neyin yalan olduğu birbirine karışıyor. Hal böyleyken, gerçeklik ötesi kavramı hayatımıza girmişken, gerçeküstünün ve fantastiğin yazıya da yansıması gerekir. Her anlatım tekniği farklı bir gereksinimden ortaya çıkıyor, yazara bazı imkanlar sağlıyor, bu nedenle anlatım tekniklerini sırf canımız öyle istedi diye tercih edemeyiz, deneyebiliriz ama. Gerçeküstü, fantastik, büyülü öğeler ve seçtiğimiz anlatım yolu da vermek istediğimiz etkiye, neyi örtüp neyi göstermek istediğimize göre kullanabileceğimiz imkanlar. Ben de bu tür öğeleri kullanmayı seviyorum ama ne ölçüde kullanacağımı öykünün ihtiyacına, ne kadarını kaldırıp kaldıramayacağına göre belirliyorum. Tabii ki bunun bir formülü ya da denklemi yok, biraz sezgisel, el terazi göz mizan misali. Bir noktada fantastik, fazlalık haline gelip sırıtmaya ve hatta kurgu eserin kendi yarattığı gerçekliğe zarar vermeye başlayabiliyor. Fantastiğin bile bir inandırıcılığı ve tutarlılığı olmalı.

Göçmen çocuklar, yoksullar, hayat karşısında yenilenler, kadınlar, itilip kakılanlar öykülerinde ağırlıklı yer bulan öykü kişileri. Senin sözcüklerinle sorayım, onları oyuna sokmak, senin yazar olarak sorumluluğun mu, yazar olarak böyle bir sorumluluk taşıdığını düşünüyor musun?

Sorumluluk taşıdığımı düşünüyorum tabii ki. Ama bu sorumluluk bir tercih meselesi, yoksa kimse kimseyi seçtiği öykü kişilerinin niteliği açısından sorumsuz diyerek eleştiremez. Elimde olsa sömürülenlerin hepsini oyuna tekrar sokarım. Ama bu öyküyle, şiirle olacak gibi de değil. Yani o zaman sorumluluk taşısan ne olur, taşımasan ne olur diyebilirsin ama öyküye sokuyorum en azından, birinin hikayesinden haberdar oluyor okur da. Şimdi şuradan yaklaşalım, yazar olsa da olmasa da her insanın farklı rolleri ve bu rollere uygun düşen, kendine, ailesine, topluma ve dünyaya karşı sorumlulukları var. Yazarın, işi gereği tüm insanlığa sesini duyurma potansiyeli taşıyan bir varlık olarak, en önemli sorumlulukları fakirlerden de bahsetse zenginlerden de, estetik değeri olan, nitelikli metinler üretmek yani işini iyi yapmak ve insanın -hayvanları ve doğayı yok saymadan- iyiliğinden yana olmak. Didaktik bir dilden bahsetmiyorum burada ya da edebiyatın konuları illa ki toplumsal, küresel sorunlara uzanmalı demiyorum. İnsanın hangi rezil halini, hangi karanlık tarafını konu ederse etsin, bireyin iç dünyasına ne kadar çok dalarsa dalsın ve toplumsalı geriye iterse itsin, iyi bir edebiyat eseri insanlığın kültür toplamı içinde yer kaplar ve bu birikimi sürdürmek iyidir. Çünkü insanlara yazarız, insanları yazarız. Öte yandan soruda sıraladığın “göçmen çocuklar, yoksullar, hayat karşısında yenilenler, kadınlar, itilip kakılanlar” bu dünya nüfusunun çok büyük bir kısmını oluşturuyor, herkes herkesi sömürüyor tamam ama, birbirlerini sömüren herkesi de sömüren bir azınlık dışında, her ne kadar az ya da çok sistemin sürdürücü suç ortakları olsak da, biz çok kalabalığız. Başka kimi yazacağız ki?

Küçük bir şehirde doğup büyüdüğünü biliyoruz. Bir söyleşinde, “taşradan kaçmaya çalışan gençlerden biriydim” gibi bir ifadeni okudum. Böyle biriyken tekrar küçük bir yere dönmek senin için ne ifade ediyor?

Aslında kaçmaya çalıştığımız şey şehirler ya da kasabalar değil galiba. Esas kaçtığımız içimizdeki boğulma hissi. Bunu yaratan yollar, arabalar, binalar değil biraz kendimiz biraz diğer insanlar, en çok sistem ve sömürü düzeni. Kaçtığımız, kasabanın küçüklüğü değil, içimizdeki boşluğun büyüklüğü. İlk gençlikte doğup büyüdüğü yerden ayrılmak için de büyük bir istek duyuyor insan. Bende de vardı o istek, dünyayı fethedeceğimi düşünüyordum, Ankara’ya gittim başlangıç olarak. Sonrası gelmedi. İstanbul’a çok az gittim mesela. Kendimi Datça’da buldum, daha doğrusu Datça’yı buldum. Taşranın tanımı içinde uzakta kalmışlık, yalnızlık, yoksunluk, boğuntu, kuşatılmışlık, kaçıp kurtulma arzusu var ise şayet, tüm bunları büyük şehirlerde de yaşıyoruz günümüzde. Büyük şehirlerin içindeki taşralarda, değişmiş, tanınmaz hale gelmiş taşralarda, kafamızın içindeki taşralarda. Nereye gidersek taşra bizimle birlikte.

Yazarların bir bölümü kurmaca yazar başka da bir şeye elini sürmez. İkinci bir grup yazar da okudukları, kendilerini heyecanlandıran metinler hakkında kalem oynatarak okurlarıyla farklı bir iletişim kurar. Kimseyi ne yazıp ne yazmadığıyla yargılamak aklımdan geçmez ama her yazarın edebi bir coğrafyası var ki okurları da ilgilendirir bu. Sen örneğin, Saramago’nun romanlarıyla ilgili yazdığın denemelerle bize biraz da yazar olarak nerelerde gezindiğinin ipuçlarını veriyorsun. Aynı zamanda da fiziksel olarak yaşadığın yer Datça ile kimi metinler arasında ilişki kuruyorsun. Bu yazdığın denemelerin senin için anlamı nedir?

Okuduklarımla ilgili ufak tefek notlar almayı seviyorum. Bazen bu notlar uzadıkça uzuyor ve not olmaktan çıkıyor. Şöyle bir bakınca Alfonso Bioy Casares, Kurt Vonnegut, Jose Saramago, Orhan Pamuk, Serkan Türk, Pelin Buzluk, Romain Gary, Wolfgang Borchert hakkında yazılar yazmışım. Çok değil ama bana kalırsa özgün. Nedeni de şu: Sırf bir kitabı beğendim diye yazmıyorum hakkında. Beğenmediklerimle de uğraşacak zamanım ve isteğim yok zaten. Kafama taktığım bir ayrıntı, konusunda, dilinde bana dokunan bir nokta olursa şayet yazıyorum ve keyif alıyorum yazmaktan. Sonuçta ben eleştirmen ya da deneme yazarı değilim. Takıldığım noktalar çoğu kez belki kimsenin ilgisini çekmeyen ve dikkat etmediği şeyler oluyor, baktığım açıdan daha önce bakılmadığını görürsem, o zaman yazmaya değer buluyorum, onun peşine düşüp yeni okumalar yapıyorum, makaleler, kitaplar karıştırıyorum, birtakım bağlantılar kurdukça da mutlu oluyor, eğleniyorum. İster istemez bazen yaşadığım yerle bağlantılar da kuruyorum. Çoğu kez beni meraka düşüren bu ayrıntıları, beni heyecanlandıran keşifleri başkalarıyla da paylaşmak istiyorum. Yani aslında yazılarımı kendi merakımı giderme, ayırt ettiğim bir detayı kurcalayarak kendimi tatmin etme arzusuyla kaleme alıyorum. Okuyanlar benim kadar keyif alıyorlar mı bilmiyorum ama ben çok keyif alıyorum yazarken, bir sürü de yeni şey öğreniyorum.

Kitaptaki öykülerden Fefulya deneysel bir öykü diye düşündüm. Deneysel yazmak konusunda ne düşünüyorsun?

Aslında yazar için her yazdığı metin bir deney. Ben öykü yazmayı deniyorum sonuçta. Bize şunu söylüyorlar hep, farklı olun, özgün olun, geleceğe kalacak, çığır açacak eserler ancak devrimci, yıkıcı, yeni metinler olacaktır, hatta aynı şeyleri aynı şekilde yazıp duracaksanız niye yazıyorsunuz ki, beyhude bir uğraş. Doğrudur, böyle metinler geleceğe kalır da o geleceğe kalacak metinler nereden çıkacak, çıkacaksa şayet? Birine sipariş edilemeyeceği kesin. Öte yandan özellikle deneysel metinler yazmaya uğraşarak da mümkün değil. Ne kadar çok yazar olursa, ne kadar çok -iyi, vasat veya kötü- metin yazılırsa, edebiyat ortamı ne kadar zenginleşirse, oradan kalıcı metinlerin çıkması daha muhtemel. Kısacası süreç kendi belirliyor. Ben de deniyorum, taklit ediyorum, bir büyük yazar gibi yazmaya çalışıyorum, acemice yazıyorum, benim için yeni yazım teknikleri deniyorum. Sözgelimi Keşif öyküsünün anlatım biçimi de benim için deneysel. Sonuç olarak yazarken deney yapmak, yazının imkanlarını ve sınırlarını zorlamak açısından gerekli ama her deneysel anlatı da başarılı olacak diye bir kayıt yok. Deney her zaman içinde başarısızlığı barındırıyor.

Farklı okumalar yaptığını ve değişik kaynaklardan beslendiğini biliyorum. Bunları bizimle paylaşır mısın?

Elbette, hepimizin parlayıp sönen, bazen ölene kadar süren ilgi alanları var. Merak ve ilgi, edebiyat ya da bilimle uğraşmak için asla daralmaması gereken bir alan. Bazen yazdıklarımız da bizi farklı alanlarda okumaya sürüklüyor ister istemez. Bir öykü yazarı ömrü boyunca belki en çok öykü okur ama sadece öykü ya da edebiyat alanında okuyorsa tek tip beslenmeden kilo kaybeder, yatağa düşer. Metinlerin derinliği ve zenginliği yazarın ilgi alanlarının ve yaşam tecrübesinin çeşitliliği ile doğru orantılı. Çok farklı alanlarda okumayı seviyorum: Gemiler ve deniz, jeoloji, uzay, arkeoloji, mitoloji, tarih, satranç, haritalar, biyografiler… Beslendiğimiz kaynak deyince bir de akla öncelikle kitaplar, müzik, resim, heykel, oyunlar yani sanat dalları geliyor. Doğrudur, tümünden besleniyoruz. Ama yedi yaşındaki oğlumdan da besleniyorum, iş yerinden, oto sanayiden, mezar taşlarından, ağaçlardan ve denizin dibinden de besleniyorum. Her zaman görmeye çalışıyorum, nerede olduğumu, ne yaptığımı anlamaya. Ve öfkeden de besleniyorum, insanı, hayvanı ve doğayı sömüren düzene ve riyakâr yalancı politikacılara duyduğum öfkeden.

Şu sıra yazdığın bir şeyler var mı?

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım romanlar var. Önümüzdeki süreçte onları yayıma hazırlamak istiyoruz. Sanıyorum bir süre böyle geçecek. Ama biliyorsun ki yazmak, sadece kâğıt ya da ekranla karşı karşıyayken yapılmıyor, benim de zihnimde döndürüp durduğum pek çok şey var.