Mesut Barış Övün

Önal Beşparmakkaya’ya

Dışarıdan sesler duyuyorum. Oturduğum yerde dönüp bakıyorum. İki kadın bahçe duvarına eğilmişler, domateslere, çiçeklere bakarak bir şeyler konuşuyorlar. Kalkıp balkon kapısına gidiyorum. Tülün ardında durup ne söylediklerini anlamaya çalışıyorum. Bahçe yemyeşil bu mevsimde, domatesler kızarmış. Ama kadınlar uzun süre durmuyorlar orada, konuşarak uzaklaşıyorlar.

“Kim geldi?” diyor Önal Baba, oturduğu köşeden.

“Yok, gelen kimse yok,” diyorum “Komşular falan, herhalde.”

Kafasını sallıyor, neyse artık, der gibi. Pencerenin kenarına oturmuş. Bir ayağı sedirin üstünde ve dirseğini de dizine koymuş. Elindeki tespih boşlukta hafifçe sallanıyor.

“Televizyonu açayım mı? İster misin?”

“Fark etmez.”

Hep böyle söylüyor. Fark etmezmiş. Aslında ediyor. Hem de çok. Kendisi bir bilse. Geçen yazı düşünüyorum. Konuşmaz etmez. Ne televizyona bakar ne eline bir gazete alır. Herkesin, artık yolun sonu, diye düşündüğü günler. Bir tür bitkisel hayat. Ama şimdi öyle mi? Şaka bile yapıyor yeri gelince. Bir belgesel görse, mesela hayvanlarla ilgili, durup kulak kesiliyor. Yani çok fark ediyor. İşte tedavi, ilaçlar, bakım. Kendisi bir bilse nasıl da fark ettiğini. Yaşamla ölüm arasındaki fark bu.

Ben gene de açıyorum televizyonu. Kanalları şöyle bir dolaşıp kumandayı yanına bırakıyorum. O, pek ilgilenir görünmüyor. Sonra yine masaya geçiyorum. Yazımın başına.

“Şimdi orada, onlar götürüyorlardır!”

“Nasıl?”

“Şimdi diyorum, güne gittiler ya, orada bir dolu börekler, pastalar vardır.”

“Hiç sorma,” diyor gülerek, “Bize de burada ekmek bile vermiyorlar!”

Az sonra kalkıyor, ağır adımlarla odadan çıkıyor. Kumanda bıraktığım yerde kalmış. Tuvaletin kapısının açıldığını duyuyorum. Kalkıp televizyonu kapatıyorum. Sessizlik daha iyi. Yazdığım öyküde ikinci paragrafın son cümlesi hoşuma gitmiyor. Değiştirmek istiyorum. Ama nasıl bir şey yazmalı, bir türlü bulamıyorum.

Döndüğünde televizyonun kapalı olduğunu görüyor. Bir şey söylemiyor. Sigara içmek için bahçeye inmeye karar veriyorum.

Tam yanında geçerken “Siz gidince ben ne yapacağım?” diye soruyor bana.

Bir an duraksıyorum. Biz gidince. Nasıl yani?

“Neden öyle dedin?”

“Siz gidince diyorum, ben ne yapacağım. Nasıl geçecek bu vakit?”

“E, biz birlikte hiçbir şey yapmıyoruz ki! Neden öyle dedin?”

“Olsun oğlum,” diyor “Siz buradayken daha başka tabii. Sonra bekle ki akşam olacak da, Hakkı gelecek de. Ayşe Serra okuldan dönecek de.”

Pencereye sırtımı verip yanında dikiliyorum. Anlaşılan bizim burada olmamız, sabah içeri girince günaydın dememiz, bugün pazara gidilecek mi diye sormamız, bazen bir ses duyunca kalkıp pencereden bakmamız, çocukların gelip gelip dolaptan bir şeyler alması… Tüm bunlar ona yetiyor. Oturduğu yerde, hareket eden insanlar, önünde koşturan çocuklar görüyor. Ona yetiyor.

Sigarayı biraz erteliyorum. Emekli maaşlarından söz açıyorum. “Çok şükür, çok şükür,” diyor. “Ama bir hata yaptım ben,” diye ekliyor sonra, ne zaman konu açılsa bunu hatırlıyor, hata dediği şeyi. Zamanında karısına sigorta yaptırmamış. Hatası buymuş. Evin altında atölye varken olsaymış aslında. Şimdi annen de emekli aylığı alırdı, ne iyi olurdu, diyor bana. O zamanlar abisine yaptırmış, onun için prim ödemişler ama nedense karısını düşünememiş. Sonra zaten atölye kapanmış. Minibüs işine girmişler. Atölye varken gösterseydik olurmuş, diyor, ama nedense hiç aklımıza gelmemiş. Öyle öyle geçti işte bizim hayatımız… Neyse ki eviniz var, diyorum. Orası öyle canım, diyor, çok şükür, çok şükür.

“Kimse olmayınca vakit zor geçiyordur.”

“Hiç sorma,” diyor, “İlk evvela, vaktin geçmesi için insanın bir meşgalesi olması lazım.” Bir süre pencereden dışarı bakıyor. Sonra iç geçirerek ekliyor: “Gerçi hoş, vakit geçince ne olacak ki!”

“Hepimizin gideceği yer belli…” diyorum, biraz da ondan rol çalarak.

“Öyle tabii ya,” diyor “Gidenlerden de bir haber yok. Bir bilsek orası iyi mi, kötü mü? Giden, kalıyor.”

“Geri gelen yok oradan,” diyorum.

Elini şöyle bir kaldırıp sallıyor. Tespihin taneleri havada gidip gidip geliyor. Artık bir şey söylemiyor. Hem bu konuda söylenecek başka ne var ki.

Kısa bir süre öylece duruyoruz odanın içinde. Ben, pencerenin kenarında, ayakta dikiliyorum ve ona, küçük gözlerinin içine bakıyorum. Onun bakışlarıysa yerde, halının üstünde bir noktaya dikili. O halde bekliyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bir an, peki ne öğrendin şu hayattan? diye sormak geçiyor içimden.

Biraz sonra bahçeye iniyorum, evin arkasına. Sigaramı yakarken yine ön taraftan sesler duyuyorum. Birkaç adım atıp bakıyorum. O iki kadın, bu sefer dönüş yolundalar, yukarı mahalleye doğru gidiyorlar. Yine gelip bahçenin duvarına dayanmışlar, sebzelerle, çiçeklerle ilgili bir şeyler söylüyorlar. Onları rahatsız etmemek için geri çekiliyorum. Orada bulduğum bir üzüm kasasının üzerine oturuyorum. Kendimi onlara göstermeden sigaramı içiyorum. Sonra kadınlar yavaş yavaş uzaklaşıyorlar, seslerini duyuyorum ama ne dediklerini anlayamıyorum. Hiçbir şey öğrenemiyorum.

Mesut Barış Övün

Edebiyatist dergisinin 15. sayısında (Ocak 2018) yayımlanmıştır.