Sercan Meriç

“Bizi bu haklı olma takıntın bitirdi. Senin haklılık dışında hiçbir şeyi istememen hayatımızı mahvetti.”

En son bunları söylediğimi hatırlıyorum. Gözümü açtığımda burnuma gelen kül kokusuyla midem bulanmıştı. Etrafıma göz gezdirdiğimde odada neredeyse sağlam hiçbir eşyanın kalmadığını fark ettim. Sanki koca oda bir vazo olmuş da düşüp parçalanmış. Aynı benim gibi.

“İyi misin?” diye seslendiğinde ona doğru döndüm. Bana ne olduğunu sordum.

Kendimden geçmişim. Bir cinnet halinde her şeyi paramparça hale getirmişim. Odada kırılanlar sadece eşyalar değildi. Anılarımız da mahvolmuştu. “Hâlâ affedilecek bir halde miyim?” diye düşündüm. Bütün bir ev, bütün eşyalar ve biz. Tüm bunları tamir etmek mümkün müydü? Bunları düşünürken yeniden seslendi. Bu kez sesi daha sertti: “İyi misin!”

Değildim. Dünyanın bütün dertleri omzuma binmiş de yerin 7 kat altında mahsur kalmış tek canlının çaresizliğini yaşıyordum. Oysa ki hayatım, çok değil birkaç hafta önce masmavi gökyüzünün altında onunla ömrüm boyunca dans edebileceğim güzellikteydi.

Gülüşümü ve neşemi çalan her şeye teslim olmanın pişmanlığı tüm varlığımı ele geçirmişti.

Bunları düşünürken yavaşça ayağa kalktım. Beynimde bombalar patlıyordu. Cama doğru yürüdüm. Gökyüzü yeni aydınlanıyordu. Sonbaharın kışa çalan kasveti yüzüme çarptı. Önümüzdeki kış bir yüzyıl kadar sürecekmiş gibiydi. Hayatım da o kışla birlikte asla eskisi kadar ışımayacaktı. Pencere önünde sokağa dalmışken sendeledim. Kolumdan tuttu. Camın kenarında dostlarımızı ağırladığım o değerli masanın yanındaki sandalyeye oturttu. “Burada otur, ayağa kalkma.” dedi.

Az sonra elindeki sert kahveyi önüme koydu.

“İç biraz, kendine geleceksin. Konuşacağız,” derken gözlerinden ateş fışkırıyordu. Ben kendimi kaybettiğimde başımda beklerken, uzun bir konuşmanın hazırlığını yaptığını düşündüm. “Hayat,” diye söze başladı.

“Hayat, senin kendinle olan dertlerini çözecek bir hakem değil. Sen etrafındakilerin hayatlarıyla oyun oynama hakkına sahip değilsin. Kendini iyi hissetmek için bizi denek olarak kullanmana bugüne kadar hiçbirimiz ses etmedik. Artık kendini ve bizi test etmekten vazgeç.”

“Ben kimseyi test etmiyorum” diye yanıt verecektim ki, otoriter bir tonda sözümü kesti. “Sus ve dinle. Artık susacak ve dinleyeceksin. Yapamayacağın şeylere kalkışman hayatını ne kadar zorlaştırıyor farkında mısın? Sen bir şeyleri yapamadıkça bana da yapay sorumluluklar yükledin. Bazı yükleri kaldıramayacaksan, o yükleri omuzlarında taşımaya devam etmen gerekmiyor. Biraz uyumlu ol. Her defasında küçük hasarlar aldın. Ama artık durum değişti. Yeni bir savaşa girişme. Savaşını terk et.”

Konuşurken gözlerine bakıp ruh halini çözmeye çalışıyordum. O kadar haklıydı ki. Bu haklılık ona bilgece bir tavır yüklemişti. Gardımı tamamen düşürmüştüm. Bir kedi olmayı ve ayaklarına süründükten sonra çıkıp kucağında sakin bir uyku çekmeyi istedim.

Bundan yarım saat önce sebeplerle değil, sonuçlarla ilgilenen ve hataların telafisini yanlış yerde arayan insanlardan biriydim. Şimdi değişmeye başladığımı duyumsadım. Gözlerimi sağ omzunun üzerine dikerek, “Ne yapacağız?” diye sordum. Amacım ondan bir tavsiye almak değil, aramızdaki yıpranmış bağa son bir kez güçle tutunmaktı. O bağı kaybedersem uçurumdan düşen fotoğrafçının yaşadığını yaşayacaktım.

Önce önüme koyduğu kahveden bir yudum aldı. Sonra, “İyi ol” dedi.

“Sen iyi ol ki ben de iyi olabileyim. Sen iyi ol ki, benimle de o iyiliği paylaş. Sonrasını bana bırak. Önce kendine, sonra da bana sahip çık. Sonrasını bana bırak. Bunu yapabilirsen her şey düzelecek.”

Sonrasını ona bıraktım. Son günlerde erken uyanıyorum. Bunları yazarken de ona kahvaltı hazırlıyordum. Odaya gittiğimde gözlerini açtı. Gülümsedi. Odanın içine ılık ıhlamur kokusu doldu.

“Günaydın,” dedi, “Alaçatı’ya gidelim mi?”

Şimdi yoldayız. Güneşi takip ediyoruz.

Sercan Meriç