Mehmet Aslan, Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı Fatma Nudiye Yalçı’yı yazdı.

Fatma Nudiye Hanım

Fatma Nudiye Hanım’ın adını ilk ne zaman duydum, şimdi hatırlayamıyorum. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarına ilgi duymaya başladığımız 70’li yıllarda olmalı. Bölük pörçük duyduklarımız da hep Dr. Kıvılcımlı ile ilintili şeylerdi. Onunla birlikte yaşaması, birlikte yayımladıkları kitaplar, Vatan Partisi’ndeki faaliyetleri vs. Yani Fatma Nudiye Hanım’ın Doktor’dan bağımsız bir hayatı ve kişiliği olabileceğini o zamanlar düşünemiyorduk bile.

Fatma Nudiye Hanım’ın hayatına ilgi duymam ve bu ilginç hayatın bilinmeyen yanlarını ortaya çıkarabilmek için araştırmalara başlamamda iki şey etkili olmuştu.

Birincisi, 9 Aralık 2001 tarihinde Almanya Wremen’de gerçekleştirilen Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nda sayın Latife Fegan’ın söylemiş olduğu sözler:

Doktorun hayatında olmuş bu kadın. Doktora sormak istedim Kim bu Fatma Yalçı? Şöyle bir cevap aldım beni çok sarsmıştı o zaman: “Bana âşıktı zavallı.” (Kaynak: Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu, Wremen 9 Aralık 2001, Bant Çözümleri Kaset 10)

Bu ifadeler doğrusu beni de çok sarsmıştı ilk okuduğum zaman. Ancak, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi insan ve toplum sevgisi tartışılamayacak bir kişinin, hayat boyu yanında olmuş bir kadın için söylediği bu sözleri yanlış anladığımızı düşündüm. Belki de şöyle demek istemişti: Zavallı kadın, İstanbul’da keyif içinde rahat bir hayat yaşayabilecekken, tuttu bana aşık oldu, benim peşimde hayatı harcandı gitti. (Doktor’un, eşi Emine Hanım’a son mektubunda da benzer anlama çekilebilecek ifadeler var: “Eşim olmanın sana her kahrı getireceği belliydi.” )

İkincisi, Fatma Nudiye Hanım’ın bilinen hayat hikâyesi içinde gözlemlediğimiz mücadeleci, inatçı ve sebatkâr kişiliği beni çok etkilemişti. Konuyu araştırdıkça Fatma Nudiye Yalçı’nın öyle hafife alınamayacak bir kadın olduğunu, Cumhuriyet Dönemi devrimci kadınları arasında en ön sıralarda sayılması gerektiğini anlamaya başladım. Kolay mı, 1938 Donanma Davası’nda 10 yıl hapis cezası alması ve bu hapisliği Anadolu’nun ücra hapishanelerinde sonuna kadar yatıp çıktıktan sonra, üstelik Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın başka bir kadınla (Emine Kıvılcımlı ile) evlendiği 1954 yılında kurulan Vatan Partisi’nde yine ön saflarda mücadeleye girmesi ve yine 1957 Tevkifatının sanıkları arasında yer alması… Ve hayatının son döneminde, bana kalırsa bir sağlık sorunundan ziyade, belki de uluslararası komünist harekete ulaşabilmek için yurt dışına çıkması ve anlatılanlara göre ölümüne kadar hep “siyasî” kalabilmesi…

Bu kapsamda yaptığım ilk çalışma Fatma Nudiye Hanım hakkında kitaplarda ve internette yayımlanan bulabildiğim bütün yazıları bir araya getiren bir dosya hazırlamak oldu. 2005 Ekim ayında tamamladığım bu dosyayı tanıdığım ve konuyla ilgilenebilecek herkese dağıttım. Bu dosya, yaklaşık 40 yıldır unutulmuşluğa terk edilen Fatma Nudiye Hanım’a duyulan ilgiyi biraz artırdı. 23 Temmuz 2006 tarihinde onun için ilk defa bir anma toplantısı düzenlendi.

Anma Toplantısı’nda Bilgesu Erenus, Ayla Algan, Esat Yarar ve Beklan Algan

O sıralarda Ankara’ya gelen Amsterdam Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde görevli sayın Zülfikar Özdoğan ile görüşürken, bu dosyanın “telif hakkını” alıp almadığımı sorması epeyce garibime gitmişti. Oysa ben tam tersine, ortaya çıkan bu derlemenin ihtiyaç duyabilecek herkese ulaşmasında ve bir tür “kamusal bilgi” haline gelmesinde herhangi bir sakınca görmüyordum.

***

Yaptığım araştırmada bana en çok faydası olan şey bir isim (Nudiye) oldu. Bir ifadeye göre annesinin bir romanda görüp koyduğu bu isim çok kullanılan bir isim değil. Bu yüzden hâlâ internette “Nudiye” için araştırma yaparsanız karşınıza çoğu zaman Fatma Nudiye Hanım çıkar. Bu husus aramalarımda bana çok yardımcı oldu, çünkü “Fatma Nudiye Yalçı”nın yazı hayatında bazen kullandığı Fatma Yalçı haricindeki tüm imzalarda ve onunla ilgili tüm anlatımlarda değişmeden kalan tek ortak isim “Nudiye”dir.

Bu arada, benim hazırladığım dosyaya ulaşabilen bazı editörler kitap basımı için izin istemek üzere beni aramaya başladılar. Bense Türkiye’nin en saygıdeğer kadınlarından biri olan Fatma Nudiye Hanım’ın hayat hikâyesinin bir ticari meta haline gelmesine ve son zamanlarda gitgide yaygınlaşan Osmanlı saray cariyelerinin cıvık aşk hikâyelerini andırır şekilde bir piyasa romanında harcanmasına karşıydım.

Bana göre, Fatma Nudiye Hanım’ın hikâyesini ancak bir kadın yazabilirdi. Fakat bu kadın amatör bir yazar değil, şimdiye kadar eserleri ile kendini az çok ispatlamış ve Fatma Nudiye Hanım gibi sosyalist mücadelede yer almış bir yazar olmalıydı. Tanıyabildiklerim arasında bu özellikleri taşıdıklarına inandığım iki yazar vardı: Leyla Erbil ve Bilgesu Erenus.

Bilgesu Erenus [Fotoğraf: Mehmet Aslan, 2006]

Her ikisi de dosyayı inceledikten sonra çok ilginç bulduklarını belirttiler. Ancak, Leyla Hanım o zamanki sağlık durumunu gerekçe göstererek bu kitabı yazamayacağını söyledi. Bilgesu Hanım ise bir roman yerine bir senaryo çalışması yapabileceğini söyledi. Gerçekten de çalışmalara hemen başladı, Fatma Nudiye Hanım ile ilgili insanlarla, akrabalarıyla, bazılarına benim de katıldığım görüşmeler yaptı, bir nevi sözlü tarih çalışması yürüttü.

Bu çalışmalar sırasında Bilgesu Hanım’la sık sık ailecek görüşüyorduk. Ben Ankara’da o ise İstanbul’da olduğu için görüşmeler genellikle internet yazışması veya telefonla oluyordu. Bir telefon görüşmemizde Bilgesu Hanım, Fatma Nudiye Yalçı’nın yeğeni olan Beklan Algan’ı tanıdığını ve istersem beni onunla görüştürebileceğini söyledi. Buna çok sevindim. Ayrıca Ayla Algan’la tanışmaktan da çok memnun olacağımı, çünkü onun “benim ilk aşkım”(!) olduğunu söyledim. Gerçekten de, 1966 veya 67 yılında Radyo’da bir oyun yayınlanmıştı. Bu oyunda, küçük bir genç kız ile orta yaşın üstünde kibar ve yakışıklı bir beyefendi bir aile ortamında sık sık karşılaşıyorlar ve kızcağız bu beyefendiye aşık oluyordu. Ama kibar beyefendi de dahil olmak üzere kimsenin bu gizli aşktan haberi yok. Beyefendi kızla birazcık ilgilenmese veya başka bir kadına biraz ilgi gösterse kızcağız kıskançlık krizleri geçiriyor, gözyaşlarına boğuluyordu. Oyunun sonunda ise bu beyefendi ile genç kızın evlenip evlenmemeleri gerektiği konusu, bir anket tarzında izleyicilere soruluyordu. İşte o hıçkıra hıçkıra ağlayan zavallı kızcağızı da Ayla Algan oynuyordu. Ve o kadar tatlı bir sesi vardı ki, ben sahibini hiç tanımadığım o “ses”e aşık olmuştum. (Neden olmasın, halk hikayelerinde delikanlılar hiç görmedikleri kızların resimlerine aşık olmuyorlar mıydı?)

Ben bütün bunları anlatırken telefonun karşı tarafında bir an ses kesildi. Ardından, Bilgesu Hanım fısıltı gibi bir sesle: “O oyunu ben yazdım!” dedi.

Bir süre sonra Beklan Algan ile Ayla Algan’ı birlikte evlerinde ziyaret ettik. Şakacı Beklan Bey, o gün sabah erkenden Ayla Hanım’a: “Hadi kalk, kendine bir çeki düzen ver, bak ilk aşkın geliyor” diye takılmış. Bir ara yalnız kaldığımızda ise, Ayla Hanım gülerek Bilgesu Hanım için: “Bu uyanık, bizi kullandı o zaman! Meğerse kendinden biraz daha yaşlı olan Müştak Erenus’la evlenmeye bir türlü karar veremiyormuş, tuttu bize sordurdu…” dedi.

Beklan Bey’le, teyzesi Fatma Nudiye Hanım hakkında epeyce konuştuk. Henüz çocukken, siyasi durumu nedeniyle aile içinde bile dışlanan Fatma Nudiye Hanım’la görüşmelerine pek izin verilmediğini, ancak büyüdükten sonra teyzesi ile görüşmeye başladıklarını söyledi. Yurt dışına çıkarken de teyzesini Sirkeci Garı’ndan o uğurlamış. Ölümüne yakın Fatma Nudiye Hanım’la Sofya’daki son görüşmelerini anlattı. Bir turne için Almanya’ya giderken Sofya’da trenden inmiş ve söylediğine göre Sofya’nın en iyi otellerinden birinde lüks bir süitte görüşmüş teyzesi ile. Dönüşte tekrar görüşmek üzere sözleşmişler. Ancak bir hafta on gün sonra tekrar Sofya’ya geldiğinde Bulgar yetkililer teyzesinin öldüğünü söylemişler. Teyzesinden kalan bazı eşyaları da teslim etmişler. Beklan Bey, bu eşyalardan bazılarının ve bir defterin tavanarasında sandıkların içinde bir yerde olacağını, ama şimdi hemen bulamayacağını söyledi. Sonra da bir türlü fırsat bulamadı herhalde, yalnızca bir fotoğraf verdi bana: Fatma Nudiye Hanım’ın ölümünden sonra, sanırım otopsi esnasında, etrafında ayakta bir takım görevliler arasında bir masanın üzerine uzatılmış cansız vücudunun yandan görünen bir fotoğrafı. Bu fotoğrafı görünce kötü oldum. Tıpkı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünden sora Belgrad’da çekilen çıplak fotoğrafı gibi insanın içini acıtan bir fotoğraftı. Hiç kopya etmeyi filan da düşünmedim o fotoğrafı. Sonradan dosyayı iyice toparlayınca eklediğim fotoğrafların arasına bu fotoğrafı da koymayı içim kaldırmadı. Böylece kayboldu gitti o trajik fotoğraf.

Bir ilginç tesadüf daha… Bir gün Bilgesu Hanım bana, Fatma Nudiye Yalçı’nın bir yeğeni daha olduğunu ve halen Ankara’da yaşadığını söyledi. Çok heyecanlandım, adresi vermesini, eğer yakında bir yerde ise hemen ziyaret edeceğimi belirttim. Ama yeğenin şu sırada bir akrabasının yanında İstanbul’da misafir olduğunu, tam o sıralar zaten planladığımız bir İstanbul seyahati olduğu için İstanbul’da birlikte görüşmeyi önerdi. İstanbul’da yeğenin akrabasının Göztepe’deki evine gittiğimizde ise öyle bir sürprizle karşılaştık ki, inanılır gibi değil! Meğerse bahsedilen yeğen, bizim Ankara’da ODTÜ Çamlık Sitesi’ndeki evimizin bitişiğinde oturan, yıllardır görüştüğümüz yakın komşumuz Esat Yarar imiş! Dip komşumuz Esat Yarar ile Fatma Nudiye Hanım’ın yeğeni olarak İstanbul’da yeniden tanışmış olduk!

Bu arada Nudiye isminin izini sürerek birçok yeni bilgiye ulaştım:

Bu yöntemle bulduğum değişik isimlerden ilki “Nudiye Hüseyin” oldu. Babasının adının Hüseyin olduğunu Emin Karaca ve Sadık Göksu’nun yazılarından biliyorduk. Soyadı kanunundan önce baba veya koca isminin soyadı gibi kullanıldığını dikkate alınca bu imzanın büyük ihtimalle Fatma Nudiye Hanım’a ait olabileceğini düşündüm. “Nudiye Hüseyin” imzalı bulduğum ilk yazı “Daktiloya Açık Mektup” oldu. 90’lı yıllarda Posta Dergisi’nde yeniden yayınlanan bu yazının esasen 19 Temmuz 1933 tarihli Yedigün Dergisi’nin 19. sayısından alınma olduğunu öğrendim. Bunun üzerine Milli Kütüphane’de Yedigün külliyatı içinde söz konusu yazıyı buldum. Aynı derginin 31 Mayıs 1933 tarihli 12. sayısında Nizamettin Nazif hakkında yazılan Nudiye Hüseyin imzalı yazıda “Nizamettini en fazla yakından tanıyanım, çünkü karısıyım” ifadesini okuyunca “Nudiye Hüseyin”in “Fatma Nudiye Yalçı” ile aynı kişi olduğu tamamen kesinleşti. Çünkü Fatma Nudiye Hanım’ın 30’lu yılların başlarında, o dönemin parlak gazetecisi Nizamettin Nazif ile evlenmiş olduğunu zaten biliyorduk.

Milli Kütüphane’deki çalışmalarım sırasında ayrıca “Muallim Nudiye Hüseyin” imzalı bir “Milli Alfabe” karşıma çıktı. Bu resimli alfabe 1929 tarihinde Resimli Ay matbaasında basılmıştı ve Fatma Nudiye Hanım’ın o yıllarda Resimli Ay çevresi ile ilişkisini gösteriyordu. Bu alfabe ve 1927 tarihli eski yazı “Çabuk Öğreten Elifba” aynı zamanda Fatma Nudiye Hanım’ın İstanbul Üniversitesi’nde esas eğitim dalının Pedagoji olduğunu da gösteriyordu.

“Çabuk Öğreten Elifba”yı, Googlebooks sitesi içinde “Nudiye Hüseyin” tarafından yazılmış bir kitap olarak buldum. Kitap hakkında aşağıdaki bilgiler veriliyordu:

Başlık: Çabuk öğreten elifba
Yazar: Nudiye Hüseyin
Yayıncı: Türk Neşriyat-ı Yurdu, 1927
Uzunluk: 64 sayfa

Ancak, bazı kitaplar için olduğu gibi bu kitaba ait görüntülere ulaşabilmek mümkün değildi. Ayrıca, kitabın orijinalinin nerede olduğu da belli değildi. Uzun uğraşlardan sonra, kitabın Amerika’da Princeton Üniversitesi Kütüphanesi’nde olduğunu tespit edebildim. Şimdi de iş kitabın bir kopyasını elde etmeye kalıyordu. Türkiye’deki çeşitli üniversitelerden akademisyenler kanalıyla Princeton’a ulaşmaya çalıştım, ama ne yazık ki bunda başarılı olamadım. En sonunda, tarihçi M. Şükrü Hanioğlu’nun Princeton’da Yakın Doğu Araştırmaları Bölümü’nde yönetici olduğunu öğrendim. Kendisine bir mektup yazarak yardımını rica ettim. Sağ olsun, kendisi kitabı buldurup tarattı ve bir kopyasını internet kanalıyla 12 Temmuz 2012 tarihinde bana gönderdi.

“Çabuk Öğreten Elifba” kitabının kapağı

“Nudiye Hüseyin” ismine ayrıca Abidin Dino’nun “Kızılbaş Günlerim” başlıklı anılarında rastlıyoruz:

Boz Mehmet’le yan yana Sansaryan Han’dan çıkıp, Yeni Cami’nin kuşlarını ürkütüp (elbette yaya ve kelepçeli olarak, ikişer jandarma eşliğinde), hınca hınç Kadıköy vapuruna nasıl bindiğimizi, Haydarpaşa Garı’na nasıl indiğimizi, hele ondan sonraki yolculuğu anlatacak değilim.

Derken, iki jandarma arasında Nudiye Hüseyin’e rastlamayalım mı?

Ne garip şey, üzülmedense seviniyor insan tutuklu bir tanıdığa rastlayınca!

Tren başında anlaşıldı ki, Nudiye ile beraber yolculuk edeceğiz. O yüzden sevinçli o da! (İnsanoğlu nelere sevinmiyor ki!)

Belki Arif de çıkagelir umuduna kapılmıştım, fakat hayır; Parmaksız Hamdi, Arif’e, haşmetlû Erciyes Dağı’nın doğu eteklerinde Develi kasabasını yakıştırmış.

Her birimiz başka tarafa. Yollarımız ayrılacaktı ama, Boz Mehmet ve Nudiye Hüseyin’le yol arkadaşlığı edecektik (altı jandarmayı saymazsak). Tren yolcuları için oldukça ilginçtik anlayacağınız.

Tren arkadaşlarımı tanıyordum. Boz Mehmet, kimi gün Ahmet Dede ile Bayezit Kahvesi’ne uğrar; sanat üstüne, siyaset üstüne tartışmalarımıza, şakalarımıza karışırlardı. İkisi, işçi çevresinin görmüş geçirmiş, sevecen bilgeleriydiler, ikisi de cin gibi.

Boz Mehmet’le -tesadüf- Sansaryan Han sefasında yan yana, fakat ayrı ayrı birer “deliğe” tıkılacaktık. Öğretici bir komşuluktu benim için; şimdi de sürgün seferine beraber çıkacaktık…

Nudiye Hüseyin’i, tâ 1930’ların başından beri tanırdım. Babıâli’de eli kalem tutan, güzel, kalender bir kadındı.

Bir ara, bir yandan Nudiye, bir yandan sıkılgan, süslü, minnacık Suat Derviş, Nizamettin Nazif’e âşık olmuşlardı. “Deli Nizam” bir fırtına, “Karadavud”un yazarı, Arif Oruç’un Yarın gazetesini (rekor kırarak) 50.000 sattırmayı başarmış ünlü bir gazeteci. Önceleri, 1920’lerde, Nâzım’ın, Moskova arkadaşlarından, sonra yolları ayrılmış.

Nizam yakışıklı, bağırtkan, kadınlara pabuç bırakmaz, dediği dedik, kestiği kestik bir kara belâ; “kadın kısmından” başı ağrıyınca, kahkahalar atarak hepsini kovar, merdivenlere kadar kovalar, nasıl olsa sürüsüne berekettir ona göre: “Kuyruğa girsinler!”

Nudiye’ye biraz yazık olmuştu ama, bir süre sonra boş vermişti bu işe.

Trende olan bitenleri, konuşulanları ve nihayet Çerikli adında yitik bir istasyonda, iki jandarma ile nasıl indiğimizi anlatacak değilim ama, vagon penceresinden Boz Mehmet’le Nudiye’nin el sallamasını anlatmamak olmaz, çünkü biraz zor bir el sallayıştı bu. (Kaynak: Abidin Dino, “Kızılbaş Günlerim”, Sel Yayıncılık, Eylül 2001, İstanbul, s. 11-14)

Bu anıların bir önemi daha var. Bu ilginç tren yolculuğu ne zaman yapılmış ve Nudiye Hüseyin nereye gidiyor? Bu kitapta herhangi bir tarih verilmemiş. Daha sonra M. Şehmus Güzel’in hazırladığı 3 ciltlik kitapta Abidin Dino’nun 1942 sonbaharında Mecitözü’ne sürgün edildiği yazılı. (Kaynak: M. Şehmus Güzel, Abidin Dino 1913-1993, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2008)

Ayrıca, Boz Mehmet hakkındaki bir yazıda da yaklaşık aynı tarihler veriliyor:

“O sıralarda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, komünistleri, yazarları, sanatçıları Sansaryan Hanı’na toplayıp oradan Anadolu’ya sürgün ediyordu. 1942 yılının Mayıs ayında Boz Mehmet İstanbul’da tramvay tamircisi olarak çalıştığı Şişli tramvay deposunda polisler tarafından yeniden tutuklanır. … Boz Mehmet de Sansaryan Hanı’na kapatılanlar arasındaydı, oradan aynı yıl Mucur’a sürgün edildi.” (Kaynak: Boz Mehmet’i Anlamak, Ürün Sosyalist Dergi, Sayı: 7, Eylül-Ekim 2000)

Anlaşıldı, Abidin Dino Mecitözü’ne, Boz Mehmet de Mucur’a gidiyor. Peki, Nudiye Hanım nereye gidiyor? Tahmin etmek zor değil. Türkiye Demiryolları Haritası’nda Çerikli istasyonundan sonra Yerköy’e geliniyor. Yerköy’den ayrılan karayolu da önce Kırşehir’e, sonra Mucur’a devam ediyor. Demek ki, Fatma Nudiye Hanım 1942 yılı sonlarında mahpusluğunu Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bulunduğu Kırşehir’e nakletmiştir. Bu, şimdiye kadar bu kesinlikte kanıtlanamayan bir bilgi idi.

***

Bu arada, Fatma Nudiye Hanım’ın muhtemelen Nizamettin Nazif’le evlenmesinden sonra kullanmaya başladığı “Nudiye Nizamettin” imzası ile yazdığı çok ilginç bir kitaba da ulaştım: “Beyoğlu 1931”

Bu kitap, tiyatro eleştirmeni ve tarihçisi Sevda Şener tarafından aşağıdaki gibi tanıtılmaktadır:

“Cumhuriyet Döneminde tiyatroya, oynanacak düzeyde oyun vermiş olan kadın yazarlarımızın en eskisi Nudiye Nizamettin’dir. Nudiye Nizamettin Hanım hakkında öğrenebildiğim, gazete yazarı Nizamettin Nazif’le evli olduğu ve 1971 yılında öldüğünden ibaret. Oyununun adı Beyoğlu 1931. Oynanacağı bir süre Darülbedayi Dergisinde bildirilmiş, Darülbedayi sahnesinde oynanmak üzere repertuvara alınmış olduğu halde sonradan oynanmamış. Oyunun yazma nüshası İstanbul Şehir Tiyatrosu kitaplığındadır. Beyoğlu 1931, birkaç bakımdan ilginç bir oyundur. Teması, ele aldığı konu ve bu konuyu işleyiş biçimi, aynı yıllarda tiyatroya eser veren Vedat Nedim Tör, Cevdet Kudret, Nazım Hikmet gibi yazarların oyunlarına benzer. Oyun günün yaygın bir sorununu dile getirmektedir: İstanbul’un belli bir kesiminde görülen ahlâk yozlaşması. Yazar, ‘sosyete’ yaşamı adı altında toplumun geleneksel değer yargılarına uymayan bir yaşamı sergiler. Alafranga ve gösterişli dış görünüşü altında bu toplum, annelerin kızlarını fuhuşa teşvik ettiği, kumarhanelerde toy gençlerin ve hacıağaların soyulduğu kirli bir ortamdır. Yurtsever, dürüst gençler, namuslu, uyanık genç kızlar ve bu gençlerin kurduğu mutlu evlilikler bu tehlikeli ortam içinde yıkıma sürüklenir. Toplumsal bir eleştiri niteliği taşıyan bu oyun seyirciyi duygulandıracak, heyecanlandıracak biçimde işlenmiştir.” (Kaynak: Sevda Şener, “Cumhuriyet Dönemi Kadın Oyun Yazarları”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1973, Sayı:4, s. 31-44)

Söz konusu oyunu Özdemir Nutku “süslü, gösterişli Beyoğlu sosyetesinin iç yüzünü açımlayan bir oyun” olarak değerlendirirken, oyundaki sosyete insanları varlıklı, hazır yiyici, sömürücü ve her çeşit sorumluluktan uzak, toplumda hiçbir işe yaramadıkları halde, toplumun kaymağını yiyen insanlar olarak tanımlar.

Demek ki, “Nudiye Nizamettin”in Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı olduğu, çok önce, 1973 yılında yazılıp ortaya konmuştur, ancak “Nudiye Nizamettin” ile “Fatma Nudiye Yalçı”nın aynı kişi olduğu bilinmemektedir. Yine de, Sevda Şener’in belki bazı duyumlarla gerçeğe epeyce yaklaştığını farz edebiliriz. Çünkü Nudiye Nizamettin’in ölüm tarihi olarak ona en yakın insanın, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölüm tarihini veriyor.

Bu kez “Beyoğlu 1931” isimli kitabı araştırmaya başladım. Sonunda “Nadiye Nizamettin” yazar adıyla illüzyonist Sermet Erkin’in tiyatro oyunları koleksiyonu içinde olduğunu tespit ettim. Bilgesu Hanım vasıtasıyla sayın Sermet Erkin’e ulaşabildim ve oyunun bir kopyasını kendisinden istedim. Oyun bir kitap olarak yayımlanmamıştı, repertuvara alındığı için herhalde oyunculara dağıtılmak üzere daktilo ile çalakalem yazılmış bir metindi elimizdeki.

Sermet Erkin, bu eseri Devlet Tiyatrosu’nun çöpe atılmak üzere ayrılmış bir yığın eski kitapları arasından ayıklayarak bulduğunu belirtmişti. Bu eseri bize kazandırdığı için kendisine müteşekkiriz. Onun koleksiyon hevesi olmasaydı, herhalde Türkiye’de bir kadın tarafından yazılan ilk tiyatro eseri tarihe karışacaktı.

“Beyoğlu 1931”in kapak sayfası

Bu ilginç tesadüfler, en umutsuz durumda iken kıl payı bir şansla bazı çözüm yollarının açılıvermesi, bütün bunlar insana hoş duygular yaşatıyordu… Böylece masaldaki gibi ormanda kayboluvermiş (veya öylece “isimsiz emek” olmayı kendiliğinden kabullenivermiş) Fatma Nudiye Hanım’ı biz oraya buraya bıraktığı taşları ay ışığında takip ederek, bazen tahminle ve bazen de tesadüflerle tekrar buluyorduk. Fatma Nudiye Hanım ise sanki uzakta bir yerde, hafif bir tebessümle bizi izliyor, bu işe daha fazla emek vermemiz için bizi teşvik ediyordu. Benim için, arkeolojik bir kazı çalışmasını andıran bu ilginç maceranın içinde bulunmak bile yeterli mutluluktu.

Teyzesinin yeni bir özelliğini (Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı olduğunu) anlatmak için bir akşam Esat Bey’i ziyarete gittim. Onun evinden telefonla Beklan Bey’i de aradım. Şaşırdı ve duygulandı. Ömrünü tiyatroya vermiş Beklan Algan, teyzesinin bu ünvanından habersizdi!

***

Bilgesu Hanım bu kaynaklara, izlenimlere ve tartışmalarımıza dayanarak “Kelepçesiz Mahkûm” isimli bir senaryo hazırladı. Senaryo, Fatma Nudiye Hanım’ın iki yeğeni Beklan Algan ve Esat Yarar da filmde kendilerini oynayacak şekilde, bir nevi “teyzeyi hatırlayış” olarak hazırlanmıştı. Fatma Nudiye Hanım’ın bütün hayatını kapsayan sıcak bir anlatımı vardı. Filmde Fatma Nudiye Hanım’ın gençliğini, Esat Bey’in kızı tiyatrocu Keiko Belir Yarar’ın oynaması bile planlanıyordu. Ancak ne yazık ki senaryonun filme çekilmesi mümkün olamadı. İşin başında çok ilgili görünen yönetmen İrfan Tözüm bir süre sonra vazgeçti.

O zaman Bilgesu Hanım bir tiyatro eseri kaleme aldı: Yaftalı Tabut.

2017 yılında yayınlanan kitabın tanıtım metninde aşağıdakiler yazılı:

“Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı Fatma Nudiye Yalçı’nın tabutu yedi farklı yaş grubundan, yedi kadın tarafından taşınmaktadır. Tabut bir kadına hayatı boyunca yapıştırılan yaftalarla doludur ve kadınların her biri Fatma Nudiye Yalçı’dır. Bilgesu Erenus, eski Vatan Partisi’nin kurucularından olan Fatma Nudiye Yalçı’nın yaşamını sorgulayıcı, çetrefilli ve son derece derinlikli bir kurgu eşliğinde, ona yakıştırılan yaftalar üzerinden, iç hesaplaşma usulünü tepetaklak edip bir hesap sormaya dönüştürerek anlatıyor.”

Yaftalı Tabut, 8 Kasım 2017 tarihli Edebi Kurul toplantısında değerlendirildi ve oyunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın Genel Repertuarına alınması uygun görüldü.

İşte yıllardır sürdürülen bir çalışmanın ürünü olan Yaftalı Tabut, önümüzdeki günlerde Yelda Baskın yönetiminde sahnelenmeye başlıyor.

Fatih Reşat Nuri Sahnesi’ndeki ilk gösterim 6 Ekim 2021 tarihinde, saat 20:30’da.

Mehmet Aslan