31. Ağustos.21
Ferhan Şensoy da gitmiş. En son Spotify’daki podcastlerini dinlemiştim. Geriş Dağı’ndan merhaba. Bazılarını birkaç kere. Yazılacak kitapları vardı, “çalışma masam dosyalarla dolu” diyordu. Aşık Mahzuni’den, Haldun Taner’den, Rasim Öztekin’den, Baykal Kent’ten bahsederken sesi titriyordu. Diyecek bir şey yok: Büyük bir sanatçı geldi geçti. Ruhu şad olsun.
10. Eylül.21
Babaannemin ördüğü kırmızı bir yeleğim var. Mevsimi geldi, yakında giymeye başlarım. Eviçlerinin dışarıdan daha soğuk olduğu Ankara günleri başladı ne de olsa. Yeleği giydiğim günlerde babaannemi görürüm rüyamda. Yeleği giydiğim her günün gecesinde değil ama rüyamda babaannemi gördüğüm geceler, yaz geceleri olmaz hiç. Rüyalarıma en çok giren insandır babaannem. Çok sık hatırlarım onu. Eh yalan yok, bazen [bilmem neden ama herhalde özlemden] ağlarım da onu düşündüğümde. Ağlamak da, rüyalar da, özlemek de, güz de çok tuhaf şeyler.
11. Eylül.21
Elif Erdoğan’ın ilk kitabı “Dokuzdan Küpe Çiçeği” cesur metinlerden oluşuyor. Neden cesur? Çünkü klasik anlatıma dayanmıyor öyküler. Çoğu bir sayfalık kıpkısa öyküler bunlar. Ben okurken Elif Erdoğan’ın hikaye anlatmayı sevmediğini düşündüm. Yazarı hikaye anlatmaktan ziyade öyküyü arayan metinler yazmak heyecanlandırmış ve motive etmiş görünüyor. Hikaye anlatmadığı gibi [bildik anlamda] öykü de yazmıyor Elif Erdoğan; öyküye işaret ediyor.
Penguen, Deneysel ve Kapıcı adlı üç öyküde bir hikaye anlatmış yine de yazar. Hepi topu bir sayfalık bir öyküde fazlalık olduğunu söylemem size tuhaf gelebilir ama Penguen adlı öykünün son birkaç cümlesi atılsa daha iyi bir öykü olabilirmiş. Kapıcı öyküsünde ise aşkın hoş bir tarifini yapmış Erdoğan: “Başka mümkünü olmayan tıkanık bir su akıntısına kimse nehir demiyordu.”

Yayıncı açısından her ilk kitap bir rizikodur herhalde. Hele ki böyle, klasik öykü okurunun çok da alışık olmadığı öyküler. YKY gibi büyük sermaye desteği olan yayınevlerinin daha fazla riske girmeleri gerekir. Söz gelimi, İş Bankası Kültür Yayınları çağdaş Türk edebiyatında hiç riske girmiyor, yeni yazar çıkarmıyor, halihazırda okunan, geniş bir okur kitlesi olan yazarları tercih ediyor. Yayınevlerinin yayın politikalarına müdahale edecek değiliz ancak bir okuryazar olarak bunu beklemek de hakkımız.
Elif Erdoğan’ın yeni metinlerini de okuyacağım.
25. Eylül.21
Söyleşilerde sorulan “etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir” sorusuna yanıt vermek güçtür. Bir kere, bir okuryazar olarak, etkilendiğimiz tüm yazarları sayıp dökmek imkansızdır. Hem ilk elden hepsini hatırlamak güçtür hem de hepsini sayarsak yer sıkıntısı doğar. Uzun bir liste olacaktır çünkü. Fakat geçenlerde bir söyleşiden sonra fark ettim: Bendenize birkaç söyleşide sorulan bu kazık soruya verdiğim yanıtlarda [sanırım] hiç Çehov’u anmamıştım. Bu oldukça tuhaf çünkü Çehov’un, okurlarını [hele bugün öykü yazan okurlarını] etkilememiş olmasının imkansız olması bir yana onu okumayan yazarları bile bir biçimde etkilemiştir. Denebilir ki bugün öykü yazan hiç kimsenin Çehov’dan etkilenmemiş olma ihtimali yoktur. Bu elbette, söylemeye lüzum yok ama, Çehov tarzı öykü yazdığımız ya da yazmamız gerektiği anlamına gelmez.
26. Eylül.21
Geçtiğimiz günlerde kopan çeviri tartışmasını duymuşsunuzdur.
Mehmet Aslan’ın Parşömen’de yayımlanan “Lolita’nın Türkçedeki Halleri” adlı yazısını okursanız meselenin bütününe ayrıntılarıyla vakıf olabilirsiniz. Nedir, meselenin özü şu: Nabokov’un meşhur Lolita’sının Türkçe çevirisinde, orijinal metindeki “incest” sözcüğünün karşılığı “kızılbaşlık” olarak verilmiş. Tabii bu “hata” kitabın 40 yıl önceki baskısında yer almış, sonradan düzeltilmiş fakat birileri kitabın eski baskısında bunu görünce “yeni” bir olaymış gibi konuşulmuş oldu.
Bu tür meselelerde çevirmenlerin gökten zembille inmedikleri, ne de ağaç kovuğundan çıkmadıkları unutuluyor nedense. Okuyan-yazan insanlarla ilgili iyimser bir umut beslendiğinden gafil değilim [bu kadar okuyan insanların daha iyi olmaları beklenir haliyle] ve fakat bu toplumun doktoru, marangozu, öğretmeni, bakkalı neyse yazarı ve çevirmeni de o. Bilinçdışımız ayrımcı, cinsiyetçi, faşizan önyargılar ve kanılarla dolu. Hiçbirimiz de bundan azade değiliz. Kendimizi eğitmeye çalışıyoruz sadece.
Edebiyat ortamına antresini yeni yapmış insanlardan duyarım zaman zaman. Yazarlarla “tanıştıkça” hayal kırıklığına gark olurlar. Bendeniz yirmi yıl önce bir “kültür etkinliği” sırasında bu hayal kırıklığı işini dibine kadar yaşayıp bu meseleyi çözmüşümdür. Yani bir yazarla ilgili olarak hayal kırıklığı yaşamam oldukça zordur çünkü buna hazırlıklıyımdır, dahası yıllar içinde şerbetlenmişimdir.
Son derece duyarlı görünen, eserlerinde insan sevgisinden dem vuran bir yazarın ağzından öyle şeyler duyarsınız ki… Yukarıda bahsettiğim, kokuşmuş ıvır zıvırla dolu olan bilinçdışımızın o kadar da derinde olmadığı aşikar olur birden.
Aynı meşum kültür etkinliği sırasında kanlı canlı dinlemekten memnuniyet duyduğum Yılmaz Odabaşı’nın konuşmasında söylediği şeyi tekrarlayayım: Yazarlar, şairler sakin bir göl üzerinde süzülen kuğulara benzerler, uzaktan izlersiniz onları, ne güzeldir! Fakat yaklaşırsanız, tanışırsanız o kuğuyu öldürüp iç organlarıyla tanışmış olursunuz. Kan ve irin akar, pis kokar.
27. Eylül.21
Notos’ta [Cem Akaş söyleşisi] ve Kitap-lık’ta [İlhan Durusel söyleşisi] iki güzel söyleşi okudum. Sözcükler’de iyi bir öykü [Devrim Horlu’nun öyküsü] okudum. Daha bu dergilerin bütününe ve elimdeki diğer dergilere [Post-Öykü ve Ecinniler] yetişemedim. Ah zaman, ah!
3. Ekim.21
Altıyedi dergisinin 9. sayısıyla birlikte Özkan Mert’in şiirlerinden oluşan bir küçük armağan geldi: “Kentlerin Senfonisi”.
Derginin yanında verilen bu küçük “armağan kitap” beni yıllar öncesine götürdü, 98-99 yıllarına. Kuzenimin, İlke abimin bir şiir defteri vardı. İnci gibi el yazısıyla, bazı şiirleri, bazı dizeleri o deftere yazardı. Ankara’dan geldiği zamanlarda herhalde, o defteri kurcaladığımı, orasını burasını okuduğumu hatırlıyorum. Tabii şiir kitapları da ortalıkta olurdu. YKY’den çıkan, Özkan Mert’in yüzünü iki avucunun arasında tuttuğu Bir Dünyalının Notları adlı kitabını “kurcaladığımı” da hatırlıyorum.
İşte o defterde o kitaptan dizeler de vardı. Özkan Mert’in aforizmaya benzeyen şiir notları da mı vardı sanki? Onu bir türlü hatırlayamıyorum.

5. Ekim.21
Çehov aklıma düşünce, bir süredir okumak için fırsat kolladığım Şehir Dışında Bir Gün’e el attım. Sonunda. Pirimiz Çehov’u bu kez usta çevirmen Günay Çetao Kızılırmak’ın elinden okuyorum.
Onur Çalı