
J. M. Coetzee, Utanç adlı romanında ülkesindeki değişimi erkin el değiştirmesi üzerinden anlatıyor ve bunun için çok sert bir yol seçiyor kendine. Kitabın ana eksenini oluşturan iki hikâyede de güç sahiplerinin arenası kadın bedeni oluyor. Yaşananları ilk olayın failinin gözünden izlediğimizden, taşıdığı arzu yükünü daha ilk sayfadan duyuran profesöre biraz daha iltimas göstermeyi deniyoruz. Ne var ki, beyazın, Cape Town’lu Profesör David Lurie’nin, öğrencisi Melanie’ye –kendi isim önerisiyle Melani’ye, yani kara tenliye– neler yaptığını yine ondan öğreniyoruz. Gidişinin ardından banyoda bedenini arındırmaya çabalarken hayal ettiği genç kadına yaşattıklarını, arzuların dışavurumu ile açıklayıp işin işinden çıkabilirken, üniversitenin talep ettiği savunmayı vermeyi reddediyor ve tıpkı üzerinde çalıştığı Lord Byron gibi yarattığı skandalı arkasında bırakıp yollara düşüyor. Aralarındaki fark ise birinin Avrupa’ya diğerinin ise Güney Afrika’nın kırsalına, Salem adı verilen küçük bir kasabaya gitmesi. Bu yolculuk sonrasında yaşananlar ise kitabın diğer kırılma noktası. Artık yeni bir hikâye var karşımızda. Aynı ülke içinde el değiştiren iktidar, haliyle yeni failler ve kurbanlar. Bir skandalla yerinden olan kahramanımız, şimdi bir çiftlikte ve erksiz. Renkler değişiyor, bu kez saldırma sırası siyah bedenlerde. Saldırıya uğrayan ise yine kadın, tek farkı artık adı Melanie değil, Lucy, yani ışık, aydınlık. Post-apartheid’ın üçüncü senesinde bir ülkenin iki ayrı yerinde iki ayrı şiddet vakası. Siyah ve beyaz kadına saldıran beyaz ve siyah erkekler. Oysa bir fark var ikincisinde. Kızı Lucy, tecavüze uğradığını bildirmiyor polise, Melanie’nin yaptığını yapamıyor. O, eskiden yanında çalışan şimdi ise hemen yanı başında evini inşa eden Petrusların yanında, yaşadığı toprağı bırakmamak için, kendi deyimiyle orada kalmanın bedelini ödüyor. Tecavüzcüler, bu metaforda vergi toplayıcılarına dönüşüyorlar. Yeni iktidara boyun eğerken gitmeye, yani yenilmeye karşı direniyor Lucy. İşte bu atmosferde, Zavallı kız evlatlar deyip kızı özelinden tüm kız çocuklarına yanan David, kadınların alın yazısından, sırtlarına yüklenenlerden dem vururken, yazdığı operada, kızının yaşadıkları vesilesiyle, kahramanını değiştirip Don Juan’ın yaratıcısı Lord Byron’ı bir kenara bırakıyor ve başrolü şairin son aşkı Terasa’ya veriyor.
Bana göre David Lurie’nin hikâyesi bir utancı anlatmıyor. Anlatıda utanma duygusu değil, saygınlığın yitimi var. Bütün düğüm işte bu itibar ve itibarsızlıkta çözülüyor ve eninde sonunda iktidarla ilişkileniyor. David, kitabın başında bir yatağın içinde bizi karşıladığı hikâyesine, alışmaya başladığı kimsesiz köpeğin tıpkı diğer kimsesizler gibi uyutulmasına göz yumarak, yani ondan vazgeçerek son veriyor. Kızının başından geçeni adlandırma isteğine boyun eğip tecavüz diyebildiğinde yoluna kendisi ve akıl hocası çıkıyor. Byron’un yaşattıklarının da kimi kurbanlarınca tecavüz olarak adlandırılabileceğini söyleme cesareti göstermekle beraber, hem onu hem kendisini yine arzu ve içgüdü ile savunuyor, kurbanlarının Lucy gibi öldürülme korkusu yaşamadıkları sonucuyla avunuyor.
Kızının, geçmişin bedelini ödemeye çalıştığını düşünen bir baba o. Lucy’den, kendisine bu kötülüğü yapanların beyaz olduklarını hayal etmesini istemesi bundan. Öfkeli, artık evladını korumaya muktedir değil. Bundan üç sene evvel kızının yanında çalışan adamın, kızını kuma almayı teklif edişine, karşılığında çiftliğini isteyişine ve en acısı da bunları yapabilme cesareti gösterebilmesine öfkeli. Ama çaresi yok, en azından bu topraklarda durduğu sürece yok o çare.
Kaçtığı yer huzur getirmiyor ona, itibarını yitirişini tescillediği yetmezmiş gibi iktidarını da yerle bir ediyor. Ailesinin sürgünden dönebilmesi için aşkından vazgeçip sevmediği kocasına dönen Teresa gibi, kızı da kurduğu yaşamı sürdürebilmek için özgürlüğünü feda edip yaşamayı seçiyor, babasının deyişiyle: “Tıpkı bir köpek gibi”. Bu iki kadının hikâyesinde de kazanan iktidarlar oluyor. Eski Profesör David Lurie’ye gelince, o da kendi Yunanistan’ını buluyor ve elinde banjosuyla Teresa’nın, Lucy’nin şarkısını yazıyor.
Hande Nur Tüfekci