
Acıbadem-Moda arası kümelenmiş polislerle dolu. Her köşe başı, tahmini 20 polis tarafından tutulmuş; kimisinin elinde sigara, kimisi cep telefonuyla oynamakla meşgul. 10 Ekim Pazar günü Kadıköy’de metrekare başına düşen polis sayısı kaçtır acaba? Rıhtımda, bankanın önündeki kaldırıma tünemiş bali çeken çocuk, yanındaki üniformalıları görünce sormuş mudur bu soruyu kendine? Onu fark etmeyişlerine şaşırmış mıdır benim gibi?
Göstericiler nerde? Biz Akmar’a gidiyoruz, bulamayacağımız bir kitabın peşinden. Sonra diğerlerine katılıp deniz kenarında dolanırız belki. Polisler ellerinde plastik kalkanlarıyla bizi bekliyorlar, bellerine takılı silahların kabzaları henüz parlatılmış. Kitap yok, ne yapacağız şimdi? Denizi de zapt etmişlerdir belki.
Telefon çalıyor. En yakın arkadaşım. “Geçen konuşmuştuk ya,” diyor çekinerek. Ne konuştuğumuzu da hatırlıyorum neden çekindiğini de. Ne kadar anormal de olsan toplumun normallerine hapsolmuşsun bir kere, el mahkûm. Normallik mevzusu bir hükümetin varlığına indirgenemeyecek kadar köklü. “Bir süreçtir,” deyip baştan savılamayacak denli ciddi. Bu da normalin hep normal kalacağının acı bir sağlaması işte. Gördüklerin, görebileceklerinin önünde bir duvar; hayallerin kısır, içinde atamadığın bir suçluluk duygusu. Kolay mı en yakın arkadaşına bile olsa, “Güzel normallere gidelim,” diyebilmek? Karşılıksız aşkların vatanında doğmuşsun bir kere. Şarkıların, filmlerin hep bu umutsuz aşkla dolu. Sanki bu toprakların çocukları olarak, hiç sevilmeyeceğimizi bilerek büyümemiz için yazılmış hepsi. Kimsenin sevgisini zorla kazanamayacağımızı bilip, “İyi madem, ben de gideyim öyleyse,” diyecek değiliz ya. Sevmediğini bile bile ve sevmeyeceğine en başından razı olarak sevmek birini, Orhan Gencebay filmi gibi. Hiç yakışır mı gitmek Orhan Baba’ya? Ölecek daha, film boyunca akıttığı yaşlar, çektiği çileler yetmezmiş gibi ölecek. Bir de tebessüm edecek sevdiğine, kollarında verdiği son nefesten keyiflenerek. Çok mu arabesk? Öyleyse memleket türküleri verelim size. Her haber bülteninden sonra bir kuple. Yanında bolca gözyaşı ve ölümle.
Normalimiz de her şeyimiz gibi militanca. Ağlamaklı şiirler okuruz okul kürsülerinde. Kırmızı balıkla işimiz çabuk biter, bir anda büyürüz üniformalar içinde. Acı yetmez olur bir süre sonra, acıyı kutsama başlar; yaş almadan yaşlanma. Kutsadığımız, bizi hiç sevmeyecek olan topraklarda alın yazısıdır mutsuzluk. Öncelikler birbirine girmiştir artık, yaşamak ikinci plandadır. Toplumun normali ondan tiksinenleri bile benzetir kendine, hiç olmazsa alışmalarını sağlar, varlığını kanıksatır. Gıcık bir anneanne sesi gibi çınlar kulağında. Şükretmeni öğütler durmadan. Öğretilerin işe yaradığını görürsün birden. Ya şükreder ya da şükredemeyişine yanarken bulursun kendini. Derken bir gün, “Yeter!” diye haykırıp gitmeye kalkarsın. Başka memleketlerin başka normallerin seni kabul edişini beklersin.
Sesindeki şu tuhaf örtüyü at artık. Üzülecek ne var bunda? Kızıyor birden, “Hiç olmazsa dene,” deyip topu bana atıyor. Vazgeçmediğime ikna etmeye uğraşıyorum arkadaşımı. Evet, hiçbir yere başvurmadım henüz, ama söz, gidiyoruz. Nereye mi? Reykjavik’ten yola çıkıyoruz. Arazi aracının büyük tekerlekleri kara bata çıka ilerliyor, hemen solumuzda uzanan büyük buz kubbeleri. Saat tam on iki. Güneş, olması gereken yerde değil. Sıkıntı yok, çok bekledik güneşli günleri. Az sonra bir cinayet haberi alacak kasabanın polis şefi. “Bula bula bir cinayet hikâyesi mi buldun?” diyor gülerek. Gülme canım. Ordusu yok, polisi varla yok arası İzlanda’yı polisiyeleriyle tanıdım ben. Gel benimle, kadrosunda topu topu üç memur barındıran karakola gideceğiz sorguya.
Kadıköy’deki polis kümelerinden birine gidiyor sesim herhalde. İçlerinden bir tanesi öksürerek varlığını ispata kalkıyor. İnatla görmüyorum onu, aklım Reykjavik’ten sürgün gelen dedektifte. Demek sorguda kaba kuvvet uyguladığından düşmüş buraya. Ama ile başlayan cümlelerine aldırmıyor meslektaşı, “Hata yapmışsın,” diyor, kestirip atıyor günah çıkarma seansını. Biliyorum anlayamayacağız başlarda. Hele zavallı Ásgeir’i elinde bir batonla –polisinkine değil, orkestra şefininkine benzeyen incecik bir batonla– olay yerine diktiklerinde büsbütün afallayacağız. Ne var ki en büyük şoku yaşamadık henüz. Hayır, dinle lütfen. Başka ülkelerden konuşmak istemiyorum, İzlanda’da gündelik hayatın nasıl geçtiğiyle de ilgilendiğim yok. İzin ver diğer vakaya geçelim. Şimdi bir başka kasabada, bir seri katilin peşindeyiz. Zaman daralıyor, bir an evvel yakalanmazsa bir daha öldürecek. Olayın kendisi yeterince can sıkıcı değilmiş gibi şüphelilerden biri de emniyet müdürü. Biliyorum yalnız sen dinlemiyorsun artık. Daha iyi. Ne mi oluyor? Kasabanın küçük rütbeli polis şefi internetten bir form dolduruyor ve müdür hakkında işlem başlatılmasını talep ediyor. Bu sırada kahramanlarımız da diğer şüphelilerin peşindeler. İçlerinden biri karanlık bir deponun içinde, katille burun buruna. Sesler geliyor, çığlıklar. Seninle deponun bahçesinde gizlenmişiz, polisin ortağını kurtarmak için içeri atılmasını bekliyoruz. Ama yok, daha değil. Önce bir telefon görüşmesi yapmalı. Numarayı çeviriyor ve acilen arabadaki kasanın şifresini istiyor. Söylenen rakamları girip kasayı açıyor ve voila. Acil durum bildirme hattından tek kullanımlık şifre alarak üstüne zimmetli silahını almak. Ne hikâye ama!
Katil kim mi? Hatırlamıyorum. Önemli mi katilin kimliği? Biliyor musun, en çok şüpheyi biz çekeceğiz orada. Cinayetlerle yeterince sarsılan yöre halkı, kâh şaşkın kâh sırıtan yüzlerimize bakıp ya katil ya deli olduğumuzu sanacak. Bizi onlar değil, aynı normallerle büyüyenler anlayacaklar elbet. Diyeceğim o ki, sen ve ben orada da uyamayacağız şu normal denen şeye. Ama olsun, hiç olmazsa bir ütopyada yaşamayı deneyeceğiz bir süre, İzlanda’da, sevgilerle.
Hande Nur Tüfekci