Parşömen Sanal Fanzin’in en çok okunan bölümü sanırım “10 Kitap” soruşturmasıdır.

Çünkü hepimiz başkalarının seçimlerini merak ediyoruz. Bu şekilde hem ileride okuyacağımız kitapları seçmeye çalışıyoruz, hem de bizim muhtemel seçimlerimizin de ne kadar beğenildiğini görerek biraz gururlanıyoruz.

Bir zamanlar, Sinema’nın en iyi eserlerini bulup dijital koleksiyonuma katmak için yıllarca uğraştım. Ama burada filmleri bulmaktan ziyade daha da zor olan şey hangi filmlerin listeme dahil olması gerektiğini seçmekti. Bunun için de Cannes, Venedik, Berlin gibi çeşitli festivallerde ödül almış filmlerden başlayarak, çeşitli yayın organlarının En İyi 100 Film listelerine kadar birçok seçimi gözden geçirirdim. Ama beni en çok etkileyen şey ise Criterion Collection’ın sinema ile ilgili çeşitli kişiler arasında düzenlediği Top 10 Films soruşturması idi. Bu soruşturmayı da hâlâ merakla takip ederim.

İşte Parşömen’in 10 Kitap soruşturması da bende aynı merakı uyandırıyor. Bu yüzden önceden yayınlanmış olan bütün soruşturma sonuçlarını okuduğum gibi yenileri de yayınlanır yayınlanmaz okumaya çalışıyorum.

Ama maalesef okuduğum seçimlerin bazılarında bana biraz öğretilmiş bilgiçlik veya özentilik kokan bir hava varmış gibi geliyor. Bu yüzden bazen hayal kırıklığına uğrayabiliyorum.

Ama dün (12 Ekim 2021) Bülent Şık’ın seçimlerini okurken büyük zevk aldım. Seçilen kitapların çoğunu okumamıştım henüz. Ama Bülent Şık’ın seçim gerekçelerini belirtirken kullandığı dil ve sanırım okunmuşluktan kaynaklanan samimiyet, bende bunların gerçekten iyi kitaplar olduğu konusunda inandırıcı bir izlenim bıraktı. Bülent Şık’a teşekkür ederim.

Bülent Şık’a bir konuda daha teşekkür ederim. Türkçe’sinin güzelliği için. Bayıldım.

Yazısının bir yerinde şöyle diyor Bülent Şık: “Gecenin bir vakti dışarı çıkıp Kars’ta Ruslar tarafından yapılan sokakların ve evlerin olduğu yerleri dolaşırdım.”

Sizce Bülent Şık’ın bahsettiği zaman saat kaçtır? Bence epeyce geç bir vakittir, en az gece yarısından sonradır.

Kâmuran Şipal’in Şato çevirisinin ilk cümlesi de 1966 yılında De Yayınevi tarafından yapılan ilk baskısında şöyle idi: “Gecenin bir vakti köye vardı K.”

Ama daha sonra elime geçen Cem Yayınevi baskılarından birinde, yine Kâmuran Şipal imzalı çeviride küçük bir değişiklik yapılmıştı: “Gecenin geç bir vakti köye vardı K.” (abç)

Bunu kim değiştirdi, bilmiyorum. Öğrenmek için, o zamanlar hayatta olan sayın Kâmuran Şipal’i telefonla aradım. Hatırlayamadı. Ama her yeni baskıyı kendisinin tekrar kontrol edip gerekli düzeltmeleri yaptığını söyledi. Eğer bu değişikliği Kâmuran Şipal yaptı ise, Yeni Dergi’nin Kasım 1966 tarihli 26. sayısında yayınlanan Önay Sözer’in eleştirisinden etkilenmiş olabilir mi acaba diye düşündüm ister istemez.

Yeni Dergi’nin o sayısında, 411. sayfada Önay Sözer, “aslına uygun çeviri”nin şöyle olması gerektiğini ileri sürüyordu: “K. Köye vardığında gecenin ilerlemiş bir vaktiydi.”

Oysa, birazcık Tükçe duygusu olan herkes bilir ki, “gecenin bir vakti” demekle, bizatihi gecenin geç veya ilerlemiş bir vakti kast edilmektedir. İlaveten o sıfatların kullanılmasına gerek yoktur.

Kâmuran Şipal’in ilk paragraf çevirisi şöyle idi:

“Gecenin bir vakti köye vardı K. Köy karlara gömülmüştü. Şato tepesinden iz eser yoktu ortada; sis ve zifirî karanlık tepeyi kuşatıyor, büyük şatoyu ele veren en sönük bir ışık olsun seçilmiyordu. K. Ana yolu köye bağlayan köprüde uzun bir süre dikeldi, gözlerini kaldırıp aldatıcı boşluğa baktı.”

İlk okuduğumda hayran olmuştum bu ilk paragrafa ve belki de bu sayede epeyce ağır ilerleyen romanı sonuna kadar okumamda Türkçe güzelliğinin etkisi büyüktü.

Buna karşılık Önay Sözer’in “aslına uygun” önerisi şöyle bir şey:

“K. köye vardığında gecenin ilerlemiş bir vaktiydi. Köy derin kar içinde yatıyordu. Şato tepesi gözden kayıptı, sis ve karanlık kuşatıyordu tepeyi, büyük şatoyu belli edecek en ufak bir ışık bile yoktu. Ana yolu köye bağlayan tahta köprüde uzun bir süre durdu K., yukarıya, görünüşteki boşluğa baktı.”

“Allah bizi korumuş” diyorum dehşet içinde! Ya Şato’nun tümünü Önay Sözer çevirseydi de, ondan okumak zorunda kalsaydık… Artık, ne kafa kalırdı, ne göz!

Köy derin kar içinde yatıyor”muş!

“Şato tepesi gözden kayıp”mış!

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin: Böyle bir Türkçe okunur mu sizce?

***

Gecenin bir vakti yazdığım bu yazıyı burada noktalıyor ve bana bütün bunları yeniden hatırlattığı için Bülent Şık’a hassaten teşekkür ediyorum.

Mehmet Aslan