Anıl Alacaoğlu’nun “Başka Yasalar” adlı öykü kitabı Dorlion Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitapta yer alan “Organ” adlı öyküyü tadımlık olarak sunuyoruz.

Organ

Saatlerdir kös kös oturduğu koltuktan kalkıp mutfağa gitti, buraya içecek bir şey bulmak için geldiğini sanıyordu. En son bu geçmişti aklından ama sağ eli daha önce ya da ancak şimdi verilmiş başka bir komuta boyun eğerek buzdolabını değil çekmeceyi açtı. Çekmecede aylar önce istekle aldığı ama yalnızca birkaç kez kullandığı yeni çatal bıçak takımı duruyordu; pek güzel, pek incelerdi. Yeniden evde yemek yeme alışkanlığı edinebilmesi için bir tür özendirme olacaktı onlar, yeni aldığı iki tencere ve bir tava da onları destekleyecekti sözde. Ancak işe yaramadı. Babası öldüğünden beri içinden ne yemek yapmak ne de yemek yemek geliyordu. Üzüntüsünden değil kuşkusuz. Üşengeçliğinden. Babası varken üşenmezdi oysa. En geç acıkmasına bir saat kala mutfağa gider, annesinin onlarca kez anlattığı ama onun ancak bir kez, o da yarım yamalak dinlediği bir tarifini hatırlamaya çalışır, her tarifinde evde hiç bulunmayan malzemelerin sıralandığı yemek kitaplarından da destek alarak tencereyi fokurdatırdı. Babası da homur homur yer, iki ya da üç kez geğirirdi. Bu sesle akşam yemeğinin bitişi duyurulurdu. Sonra öldü. Yüksek tansiyondan mı kalpten mi gitmişti, bilmiyordu. Sormamıştı doktora. Babasının on yıl önce ölen annesini çok beklettiğini düşünerek eve dönmüştü. Cenaze, mevlit, taziye gibi kısımlar da sisliydi zihninde. Ancak arkadaşı Begüm niyeyse çok coşkuluydu. Akşamları sana gelirim, mısır patlatır, film izleriz diyordu. Cumartesi geceleri dışarı çıkar, pazarları öğlene kadar uyuruz. Belki sana taşınırım diyordu bir de. Ne de olsa evin bir odası artık boştu. Ama boş kalmayacaktı. Çünkü Begüm’ün elinde bir demet nergisle ona gelip ortak evleriyle ilgili tasarılarını coşkuyla anlattığı sırada Özge’nin aklındaki tek şey, aylardır babasından gizlediği sevgilisiydi. Boşalan odaya onu almak istiyordu.

Boşalan odaya Mustafa’yı aldı, sevgililerin çoğunun yaptığı gibi birlikte uyumuyorlardı çünkü, çünkü Mustafa’nın kendine ait bir odaya gereksinimi vardı. Orada önemli işlerini çözüyor, çok derin konularda yazılmış kitaplar okuyor, çağını çözümleyip ulaştığı sonuçları arkadaşlarına bildiriyordu. Arkadaşları ağzına bakıyordu Mustafa’nın. Mustafa’nın ağzından yaşama ilişkin gerçekler dökülüyordu. Yalnızca filozof değildi Mustafa, matematikçiydi de. Fizikten anlıyor, biyolojiye göz kırpıyordu. Alet kullanımında son derece gelişmiş elleriyle en gereksinim duyduğu anda okşuyordu Özge’yi. Özge memnundu. Kendini güvende, sağlıklı ve eksiksiz duyuyordu. Dahası babasıyla olduğundan bile daha mutluydu, çünkü babasıyla yapamadığı birtakım fiziksel etkinlikleri Mustafa’yla yapabiliyordu. Aklına gelen başka bir isteği de yoktu.

Ancak Mustafa’nın Özge’ninkini andıran memnuniyeti uzun sürmedi. Daha çok yalnız kalmak istiyor, fiziksel etkinliklere daha az katılım gösteriyordu. Bu yüzden Özge tırnaklarını kesmek zorunda kaldı. Sonra Mustafa odasına arkadaşlarını doldurmaya başladı. Özge filozof ya da fizikçi adaylarına çay kahve götürmek için odaya girdiğinde sigara dumanından boğulacak gibi oluyordu. Mustafa, Özge’nin öksürüğünü bir rahatsızlık göstergesi olarak algılayınca çözüm olarak odaya girmesini yasakladı. Mustafa su ısıtıcısıyla iki fincanı odasına aldı; bir de bir sepet aldı kendine, sepeti pencereden aşağı sallıyor, bakkal da istediklerini içine koyuyordu. Babası para gönderiyordu Mustafa’ya, artık Özge’ye ihtiyacı yoktu. Ancak evden ayrılmak yerine odayı evden ayırdı.

Begüm üzgündü, çünkü arkadaşı Özge’yi mısır patlatıp film izlemenin daha güzel olduğuna bir türlü inandıramıyordu. Özge, düzelir, diyordu Mustafa için, büyük olasılık sinirleri bozuk. Tencereyi fokurdatıp sofra kuruyordu. Mustafa sofrayı onurlandırıyordu ara sıra ama giderek daha az onurlandırır oldu. Evin öteki her yerinde yalnız kalan Özge sonunda sofrada da yalnız kaldı. İşte o zaman bıraktı evde yemek yapmayı. Sadece kendisi için yemek yapmayı anlamsız bir çaba olarak görüyor, dışarıdan söylüyordu. Böyle böyle aylar geçti, Mustafa’dan hiç haber yoktu. Odasından arada bir birkaç tıkırtı, birkaç of geliyordu o kadar. Özge sanıyordu ki yalnızca o evde yokken çıkıyordu odasından, yıkanıyor, çöplerini mutfağa, kirlilerini banyoya bırakıp odasına dönüyordu. Özge bazen Mustafa’nın çöpünü karıştırıp gününü nasıl geçirdiğini anlamaya çalışıyordu: Kahvesinin yanında çikolatalı kurabiye yemiş, bir kitaba dalıp kolasının kapağını açık unutmuş, gazı kaçmış, yazdığı makaleyi beğenmemiş olacak ki kırk dört parçaya bölmüş, üç kez de boşalmış. Özge bazen Mustafa’nın gününü nasıl geçirdiğini kirlilerinden anlamaya çalışıyordu: Gece çok terlemiş, iyi uyuyamamış, pizzasını dizi izlerken yemiş olmalı ki üstüne ketçap dökmüş, çalışırken ciddi bir tavır takınabilmek için hep yaptığı gibi gömlek giymiş, gömleğini pantolonunun içine sokmuş, üç kez de boşalmış.

Bu çıkarımları birer anıya dönüştürüyor, yanına da kendini iliştiriyordu. Bir süre de bununla yetindi. Sonra sıkıldı. Can sıkıntısıyla salona geçip koltuğa oturdu. Orada saatlerce kös kös oturduktan sonra kalkıp mutfağa gitti, buraya içecek bir şey bulmak için geldiğini sanıyordu. En son bu geçmişti aklından ama sağ eli daha önce ya da ancak şimdi verilmiş başka bir komuta boyun eğerek buzdolabını değil çekmeceyi açtı. Sağ eli çekmecedeki yeni takımı es geçip ekmek bıçağına uzandı. Özge için ekmek mi doğrayacaktı? Özge acıkmış mıydı? Dahası evde ekmek var mıydı? Sağ eli mutfakta ekmek aramadı. Bıçağı tuttu yalnızca, sonra dönsün diye sol ayağa göz kırptı, sol ayak sağ ayağa, sağ ayak sol ele derken Özge kıskaca alındı. Tıpış tıpış gidip Mustafa’nın kapısını açtı. Salonda epeydir oturuyor olmalıydı ki saat geç olmuş, Mustafa uyumuştu. Sessiz olmak için çok da çaba harcamadan yatağına yanaştı. Mustafa’nın sol yanağı yastığa sarkmış yüzüne baktı, yakında tıraş olmalıydı ama Özge alışveriş listesinden tıraş bıçağını çıkardı. Sağ elindeki bıçağı kaldırdı havaya, sonra indirdi. Bu kolay hareketi birkaç kez daha yineledi. Mustafa’ya kıpırdayacak zaman kalmamıştı. Yani uyuyan boğazına bıçak saplanmadan önce kıpırdayacak zaman kalmamıştı. Yoksa bundan sonra zaten zamanı olmayacaktı. Sağ el bıçağı bıraktı sonra, bıçak da ne yapsın yere düştü. Demek ki evrenin düzeni bozulmamıştı.

Ardından ne yapacağını düşünmek üzere salondaki koltuğa döndü. Ne var ki ne yapacağını düşünemiyor, aklına saçma sapan şeyler geliyordu. Migros’ta 60 lira üzeri alışverişlerde zeytinyağı cazip bir indirimle alınabiliyordu. Yok, ben zeytinyağlı yemek yapmıyorum demişti kasiyere. Kasiyer akıllı bir çocuğa benziyordu, yazık diye geçirmişti içinden otomatik kasalara bakıp, yakında sana ihtiyacımız olmayacak. Soyu tükenmekte olan bir kuş görmüş gibi el sallamıştı sonra. Soyu tükenen kuşlara el mi sallanırdı? Marketten çıkınca soldan yürüyen bir adam çarpmıştı ona. Adamı durdurup sağdan yürümesi gerektiğini söyleyecekti ki adamın arka cebinden bir kâğıt düşürdüğünü fark etti, belki önemli bir kâğıttır deyip adama seslenmedi. Bu küçük, tatlı öç aklına Kore filmlerini getirdi, Kore filmleri Begüm’ü, Begüm de nergisi. Ona ilk kez babasının ölümünden sonra nergis getirmiş, Özge’yi tavlamaya çalıştığı sonraki aylarda da bu davranışı birkaç kez yinelemişti. En sonuncusu Mustafa’nın attırdığı peçetelerle aynı çöp poşetini boylamıştı. Kurtul şu Mustafa’dan diyordu Begüm, kız kıza takılalım. Mustafa’dan kurtulmak. Acaba Begüm bunu mu demeye getirmişti?

Begüm’ü aradı, kekelemekten iki sözü bir araya getirememişti ki Begüm bir koşu geliyorum deyip kapattı. On dakikaya geldi Begüm. Büyük olasılık yakınlarda oturuyordu. Özge’nin rengini yitirmiş yüzünü görünce anladı bir şey olduğunu. Özge konuşmanın güçlüğüyle baş edemeyip Begüm’ü doğrudan görmesi için Mustafa’nın odasına götürdü. Begüm tiksintiyle baktı odaya. O an Özge, “Öldürdüm,” dedi, “onu öldürdüm!”

Begüm kaygılı bir yüzle birkaç kez başını sallayıp “Dur, ben sana yardım edeyim,” dedi. Doğrusu yardım etmedi, bütün işi o gördü. Önce Mustafa’yı üzerinde öldüğü çarşafa sardı. Sonra belinden tuttuğu gibi kaldırdı. Özge “Nasıl kaldırdın öyle? Koca adamı nasıl taşıyorsun?” diye sorunca ne kadar ustalık gerektiren bir iş yaptığının bir an için bilincine varan herkes gibi Begüm’ün eli ayağına dolaştı. Mustafa’yı yere düşürdü. Özge görüntüye daha fazla dayanamayarak arkasını döndü. Begüm, “Sen odana git, ben hallederim,” dedi.

Begüm, Mustafa’yı banyoya götürdü. Önce kollarını ve bacaklarını, sonra başını gövdeden ayırdı. İç organlarını çıkarıp üç ayrı torbaya koydu. İçi boşalan gövdeyi ve kolları ikiye, bacakları üçe böldü. On torba çöp çıktı. Bir koşu gidip annesinin arabasını getirdi. Çöp torbalarını arabaya doldurup götürdü, nereye götürdüğünü Özge’ye söylemedi. “Sen duş al, ben bize kahve yapayım,” dedi. Özge duş aldıktan sonra, kaybettiği organını geri kazanan ev kadar yatıştı. Begüm’le karşılıklı kahve içtiler.

Begüm eskimeyen önerisini hiç duraksamadan yineledi. Akşamları sana gelirim, mısır patlatır, film izleriz diyordu. Cumartesi geceleri dışarı çıkar, pazarları öğlene kadar uyuruz. Belki sana taşınırım diyordu bir de. Ne de olsa evin bir odası artık boştu. Ama boş kalmadı. Çünkü babasının ölerek, Mustafa’nın öldürülerek boşalttığı odayı Begüm doldurdu. Özge memnun. Evse geri kazandığı organını yeniden kaybetmenin şaşkınlığını henüz atlatamadı.

Anıl Alacaoğlu