Varlık Dergisi’nin 15 Mart 1957 tarihli 450. sayısının son sayfasında yer alan “OKUYUCULARIMIZLA BAŞBAŞA” başlıklı bölümde okuyuculardan gelen sorular, yorumlar, eleştiriler ve derginin bunlara cevapları var.
Mehmet Vehbi GÜRSES sormuş: “Şahsi kütüphaneniz yok olursa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olacak? diye bir anket açacağınızı söylemiştiniz, bir hayli önce. Mayk Hammerlerle yalnız çıplak kadın vücudu teşhir ederek genç dimağları zehirleyen roman ve dergilerin piyasayı doldurduğu şu günlerde böyle bir soruşturmayı faydalı bulmuyor musunuz?”
Cevapta imza yok ama muhtemelen Yaşar Nabi Nayır da şöyle cevap vermiş: “O anket sorusunu yazar arkadaşlarımızdan bir kısmına dağıtmıştık. Tek birinden bile cevap alamadık. O zaman bu soruya cevap vermenin güçlüğünü düşünerek vazgeçmek zorunda kaldık.”
Sorunun güçlüğü ortada ama 64 yıl sonra Parşömen olarak biz tekrar sormak istiyoruz: “Şahsi kütüphaneniz yok olsa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olurdu?”

Parşömen’in bu çetrefilli sorusu üzerine bir miktar kafa yordum. Eski listelere, defterlere, kütüphaneme göz attım. Bir liste yaptım, sonra baktım, aklıma sürekli listede olmayan ama olması gerektiğini düşündüğüm yeni kitaplar geliyor. Yeni bir listeye kafa patlatırken, Feridun eniştem düştü aklıma.
12 Eylül sabahı, Feridun eniştemin annesi, banyo kazanını yakmış ve eniştemin o panik ve hüsran hissiyatı içinde siyasi olmayan kitapları ayırmaya ne vakti ne de dermanı olduğu için, ana-oğul bir olup aşağı mahalledeki gecekondu evlerinde bir odanın üç duvarını boydan boya dolduran kitapların tümünü tek tek yakmışlar. Öyle ki annesi, önce hısım akrabaya, sonra mahallenin çocuklarına haber salmış isteyen gelip yıkansın diye. Feridun eniştemin yanan kitaplarıyla bütün bir mahallenin bitli veletleri pir-û-pak olmuşlar o 12 Eylül sabahı.
Feridun eniştem aklıma düşünce, normalde hiç yapmayacağım bir şeyi yapıp teyzemi aradım. Teyzemin, aksi gününde olduğuna dair uyarısına rağmen, eniştemle konuşmakta ısrarcı oldum. Konuşmanın pek de uzun sürmeyen hoşbeş faslından sonrası aşağı yukarı şöyle cereyan etti:
“Ya Enişte, kusura bakma böyle damdan düşer gibi sorduğum için ama gerçekten merak ediyorum. Teyzemden duydum ama senden hiç bizzat dinlemedim. Darbe sabahı, hakkaten tüm kitaplarını yaktın mı? Sağda solda unuttuğun, ödünç verdiğin falan bir şey kalmamış mıydı?”
“Kalmadı, yaktım, hepsi gitti.”
“Nasıl hissettin?”
“Armut gibi hissettim Deniz, nasıl hissedeceğim? Kendi kitabını kendi eliyle yakan adam, deli değilse, nasıl hisseder ki oğlum?”
Ben burada es verdim, hem sorunun yersizliği gün gibi ortadaydı hem de eniştemin ne denli narin bir çiçek olduğu. Ben onu ürkütmeden, küstürmeden devam etmenin yolunu ararken sessizliği o bozdu.
“Var mı başka bir şey, Deniz? Bahçede işim var…”
“Var Enişte var, kusura bakma, öyle bir an aklıma bir şey takıldı. Şeyi merak ediyorum, sonrasında, yani ne zaman ve hangi kitapla başladın tekrar kitap almaya?”
“Zor soruyorsun, Deniz. Zamanını hatırlamıyorum… (Nermiiin, şu veletleri çağır da dut yesinler, dolaptakinden veriver.) Pardon Deniz, ne diyordum… Ya Deniz, bir dut ağacı var bahçede, bu sene öyle bir meyve verdi ki, inanamazsın valla. Biz yemeye yetişemedik teyzenle, eşe dosta verdik yine bitiremedik, toplayıp buzluğa attık, dondurma gibi çıkarıp yiyoruz şimdi bazen. Ara sıra da böyle işte birkaç velet var sağda solda, onlara veriyoruz. Ama iki tırtıklayıp kaçıyorlar hemen, kerhaneciler alışmış şekere, dondurmaya.”
“Doğrudur Enişte, keşke fırsatım olsa da ben gelip yiyebilsem…”
“Keşke be oğlum, çürüyüp gidiyor dalında meyveler, içim kıyılıyor vallahi.”
Uzun bir es verdi, kapatacak diye korktum. Sonra birdenbire tüfek gibi patladı.
“Lüzumsuz Adam!”
“Nasıl Enişte?”
“Lüzumsuz Adam be oğlum. İlk onu aldım, ilktir. Çıktım içeriden, biliyorsun işte birkaç yıl sağda solda çalıştım falan, yaşıyorum ama yaşamıyormuş gibi. Tatsız tutsuz geçiyor günler. Sizin evin oradaki kırtasiyenin önünden geçiyorum bir gün, hiç unutmuyorum yaz günü böyle, pırıl pırıl. Kırtasiyeci de davadan tanıdık zaten ama hepsinden olduğu gibi ondan da uzak duruyorum. Niyeyse girdim o gün, selam verdim, çok uzatmadım hoşbeşi, ‘Sait Faikler nerede, Reşat?’ dedim. Rafı gösterdi. Çektim ‘Lüzumsuz Adam’ı, sonra attım evde bir köşeye. Aylarca da elimi sürmedim. Bir gün artık ne olduysa, bir Cumartesi sabahı… Yahu oğlum niye anlattırıyorsun bana bunları yav, geçmiş üstünden sen de 30 ben diyeyim 50 sene. Kime ne faydası var?”
“Yahu enişte, bana var belki faydası, olamaz mı?”
“Yahu olabilir de…”
“Bak Enişte, işin aslını söyleyeyim ben sana madem: Çok kıymet verdiğim bir arkadaşım bana, kütüphanen yok olsa, ilk alacağın on kitap hangileri olurdu diye sordu. Soruya cevap ararken de sen geldin aklıma. Kütüphanesini kendi elleriyle sobada yakıp sonra baştan kuran çok insan yok yani etrafımda. Neyse… Ama seni de anlıyorum tabii, aramaz sormaz bir herif böyle gün ortasında…”
“Anton Çehov!”
“Nasıl?”
“Anton Çehov işte! Dedim ya, Cumartesi sabahı, kalktım, kış geldi gelecek, günler kısalıyor, dışarıda böyle nasıl tatlı, yalancı bir güneş. Akşama kadar yetecek bir çay demledim, açtım ‘Lüzumsuz Adam’ı, bitirdim. Çıktım, tekrar kırtasiyeye gittim. Selamün aleyküm, aleyküm selam! ‘Çehovlar nerde, Reşat?’ dedim, gösterdi, aldım bir tane, hikâyelerinden bir derleme işte, adını unuttum şimdi. Eve geldim. Aynı gün onu da okudum.”
“Eee Enişte…?”
“N’oldu, hoşuna gitti değil mi?”
“Vallahi hem de nasıl, öyle güzel anlatıyorsun ki…”
“Gaz verme lan, teyzen gibisin, sizin aile komple böyle. Aksi gibi, bizim aile de tam tersi, bir aferine on dönüm tarlayı belleriz.”
“Tencere-kapak be Enişte!”
“Ha şunu bileydin. Ama hikâyenin gerisi senin istediğin gibi gitmiyor. Biliyor musun, sen on kitap deyince fark ettim… Onca sene geçmiş aradan, ama ben kitaplarımı yaktıktan sonra aldığım ilk on kitabı domuz gibi biliyorum.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten tabii oğlum. Bak şimdi… (Nermiiin, dut yedi mi onlar nereye gidiyolar? Haaa? Lan Allahın sığırları!) Deniz, bir saniye…”
Burada eniştem elinde telefonla muhtemelen evin salonuna gitti. Boğuk da olsa çocukları payladığını duyabiliyordum. Neyse ki geri gelip devam etti:
“Deniz, bak vallahi sığır bu yeni nesil, üst düzey sığır! Yani, üstüne alınma, sizin kuşakta da vardı biraz andavallılık ama bunlarınki bambaşka. Beğenmemiş beyzadeler dutu, Nermin bunlara birer gofret verdi, nasıl böyle ayaklarını götlerine vura vura gidiyorlar görsen.”
“Enişte böyleler yahu, alışmamışlardır…”
“Neyse Deniz, bitirelim bu faslı madem, sıkıldım ben be oğlum.”
“Tamam Enişte, nasıl istersen. Kusura bakma, vallahi samimi meraktan…”
“Tamam lan, ne kusur olacak…”
“Enişte, bu arada Reşat abiyi ben çok severdim biliyor musun? Çocukken sık sık giderdim dükkânına, çok güzel kitaplar önerirdi bana falan…”
“Yahu iyidir tabii Reşat da. (…) Bak şimdi… Ben sonra, bak, sonra ne yaptım biliyor musun? Anlatayım madem, Reşat dedin! Deniz, kış geliyor, hoşuma gitti oğlum tekrar kitap okumak. Kırtasiyeye gidip bir Sait Faik daha aldım. Onu okudum, gittim bir Çehov aldım. Onu bitirdim tekrar Sait Faik aldım. Böyle böyle, o kış Reşat’ın dükkânda ne kadar Sait Faik ve Çehov varsa, hepsini okudum. İşin kötüsü, gide gele Reşat’la yeniden samimi olmaya başladık. Bir gün dışarıya çağırdı beni, içki falan da içmiyordum o ara, şeytana uydum. İkişer duble yuvarladık, bu başladı, ‘Yahu Feridun bizim de hatalarımız oldu,’ falan demeye. Teyzen duymasın, sözüm meclisten dışarı, ‘Sikerim hatasını Reşat!’ deyip kalktım masadan. Sonra da görmedim bir daha. (…) Cenazeye gittik işte, üç-beş kişi varız eskilerden. Herkes çökmüş, bitmiş. Of be Deniz… Vallahi, allem ettin kullem ettin konuşturdun bu ihtiyarı.”
“Fena mı oldu be enişte?”
“Olmadı yahu, fenalığın zaten bizim köyde ne işi var oğlum?”
“Yani Enişte, özetle, beş Sait, beş Anton diyorsun, öyle mi?”
Feridun eniştem, ilk kez güldü konuşmanın başından beri. Sonra yine bir sessizlik. Ve yine benden önce o davrandı.
“Sor lan hadi, onu da sor madem.”
“Sorayım mı?”
“Sor tabii, canım istemezse cevap vermem, olur biter.”
“Sait Faiklerle Çehovlar bitince ne aldın Reşat’tan?”
“Reşat’tan almadım, dışarıdan getirttim: Komünist Manifesto!”