Tuğba Gürbüz

Yokuş aşağı salıyoruz kendimizi. Karşımızda boylu boyunca deniz. Minik elleri avcumda. Tedirgin, korkak, suskun… Yürüyoruz okul yolunda.

Boynu bükük bir papatya gösteriyorum ona, kaldırım taşlarının arasında sürünen bir solucan, tavşana benzeyen bir bulut. Kesik kesik kelimeler dökülüyor ağzımdan, bak salyangoz, bak çiçek, bak… Tek kelime etmeden kafasını çeviriyor gösterdiğim şeye. İlgileniyor mu, sıkılıyor mu bilmiyorum, anlamıyorum. Dört yaşındaki bir kız ne yer, ne içer, ne sever fikrim yok. Sessizliği sinirimi bozuyor. Telefonum titriyor arka cebimde. Avukat gözaltının tutukluluğa çevrildiğini haber veriyor. Konukluk işi uzayacak belli. İhale nasıl bana kaldı anlamıyorum. Belki de dayanamaz yanına alır kızı.

Sert bir rüzgâr esince içim ürperiyor. Kızın da elleri soğuk. Önünde eğiliyorum. Montunun fermuarını çekiyorum. Şapkasını geçiriyorum başına. Teşekkür ederken mesafeli. İçim acıyor. İlk kez onu güldürmek istiyorum. Gamzesi tüm gün asılı kalsın yüzünde, annesinin bana yolladığı fotoğraflarda olduğu gibi. İlkokul yıllarından kalma saçma şakaları, fıkraları hatırlamaya çalışıyorum. Bir tane anlatıyorum, kıkırdıyor. Gözleri ince bir çizgi şimdi. Annesine ne kadar da benziyor.

“Biliyor musun, annen de tıpkı senin gibi gülüyor.”

Yüzü bulutlanıyor. Başı öne düşüyor. Hay bin kunduz! Tam da güldürmüşken… İşin yoksa soğuk şakalar düşün demeye kalmıyor,elimden kurtulup bir çam ağacının dibine çöküyor. Al işte şimdi ağlayacak. Bunun anası da böyleydi. Armut dibine. Ne yaptığını bir anlasam… İçimden geçeni duymuş gibi sesleniyor.

“Fuat bak, çam fıstıkları!”

Şapkasının içi fıstık dolu, parmakları kapkara. Oturmuş kaldırımın kenarına, fıstık diziyor. Üçgen, kare… Dairede karar kılıyor. Merkeze iki tane fıstık koyuyor.

“Büyük olan annem, küçük olan da ben.”

Bir taş alıyor eline. Parmakları ezilecek sabah sabah. Elinden taşı kapıyorum. İki sert hamlede kabuğu kırıyorum. İçini çıkarmak için elini uzatıyor. Fıstıklardan birini kendi yiyor, birini bana yediriyor. Yaklaşan havlama sesiyle irkiliyoruz. Önümüzden sarı bir tüy yumağı geçiyor. Ezeli düşmanını aşağıda bırakıp bir çırpıda tırmanıyor eğri büğrü ağaç gövdesine. Biteviye havlayan köpeğe bakarken tıslıyor, kabarıyor. Ayağa fırlayıp avcumda tuttuğum taşı fırlatırken “Hoşt!” diye bağırıyorum. Boyundan utanmayan mendebur kuyruğu sıkıştırıp uzaklaşırken ufaklık yamacıma sokuluyor. Sırtını sıvazlıyorum beceriksizce. “Korkma,” diyorum. Ağlamaya başlıyor.

“Korkmadım ki, kedi için ağlıyorum. O korktu, bak, çok küçük,” diyor. Utanmış besbelli.

Köpek çoktan arazi ama minik kedi ağaçtan inmek istemiyor. Tüyleri kir pas içinde. Sırtı hâlâ kabarık.

“Gel bakalım seni şirin, küçük kedicik.”

Çağrı defalarca yineleniyor. Kedi yumuşuyor bu kararlı sevgi gösterisi karşısında. Yanımıza sokuluyor. Merakla yerdeki çam fıstıklarını kokluyor. Kızın kucağına tırmanıyor. Freni patlamış kamyon gibi tortorluyor. Bir şey söylemem gerektiğini düşünüyorum.

“Kedilerle iyi anlaşıyor gibisin.”

“Bütün kediler sever beni,” derken hafif mahcup.

Minik yavru güvenli kucakta mayışmışken birden hareketleniyor. Yalnızca ikisinin bileceği bir sırrı vermek ister gibi patilerini küçük omuzlara atıp kızın saçlarının arasına sokuluyor. Merakla onları izliyorum. Anlıyor.

“Onu insana dönüştürmemi istiyor. İksir hazırlamalıyız.”

İksir nasıl hazırlanır bilmiyorum ama içimden bir ses onu dinlememi söylüyor.

“Nasıl yapacağız?” diye soruyorum.

“Bana bırak, ben bu konuda uzmanım.”

Ayağa kalkıyor, yerden çer çöp toplamaya başlıyor, kurumuş çam iğnesi, kozalak, bir tutam ot… Bakışlarını üzerimde hissedince fırlıyorum ayağa. Tembellik zamanı değil. Bulduğum gazoz kapağını uzatıyorum. Elinin tersiyle itiyor.

“Dönüştürme iksiri yapacağız, görünmezlik değil!”

Anlıyorum, iksirler türlü türlü ve hepsinin içeriği farklı.

“Malzeme listesi olsaydı,” diyorum.

“Tamam,” diyor. Cebinden çıkardığı hayali kâğıda bir şeyler karalayıp uzatıyor. Cep telefonumu çıkarıyorum.

“Buraya yazsak ya da sen içindekileri sesli okusan.”

“Olmaz!” Kestirip atıyor bir çırpıda. “Bulabilirler ve formülü çalabilirler.”

Demek bir de karşı taraf var, hırsızlar.

“Onlar,” diye fısıldıyorum, “neye benziyor?”

Karşı kaldırımda yürüyen yaşlı bir kadını işaret ediyorum başımla. Yan gözle bakıyor. Omuz silkiyor. Bunun ne anlama geldiğini çok da anlayamıyorum. Tehlike yok, ipler benim elimde, oyunun kurallarını ben belirlerim demek, belki de.

Oyunun kurallarını yıllarca ben belirledim. Hep de aleyhine. Sıra onun. Ne derse yapacağım. En azından burada, şimdi. Her hareketini izliyorum, her mimiğini zihnime kaydediyorum. Telefonum çalıyor.

“Evet, buyurun benim, nasılsınız, bir aksilik yok, yoldayız, tamam telaşlandırdım sizi de, elbette, geliyoruz on dakikaya, çok yakındayız.”

“Hadi bakalım, sallanmak yok. Gidiyoruz. Öğretmenin merak etmiş.”

Elinde tuttuğu matarayı çalkalıyor. “İksir hazır.”

Yola koyuluyoruz. Bu kez bıcır bıcır. Sınıftaki sinir bozucu oğlanları anlatıyor, sevdiği arkadaşlarını, oynadığı oyunları.

Apartmanlar arasına sıkışmış iki katlı kreş binası görünüyor. Sevimsizliği ta buradan belli. Demir parmaklıkları saran sarmaşıklar benim boynuma dolanıyor sanki. Dış kapı yarı aralık. Bahçeye eğilmiş çamın gölgesi vuruyor plastik oyuncakların üzerine. İçeri giren çocuklara bakıyorum, kıyafetlerine, ayakkabılarına, bir de elini tuttuğum kıza. Zamanımı, sevgimi, paramı esirgediğim kızıma. Avuçlarım kararsız. Gevşemek ve sıkmak arasında gidip gelirken ellerimin arasından kurtuluyor. Kollarını açmış onu bekleyen öğretmene doğru koşuyor.

“Günaydın Ayşe’ciğim. Hoşça kal dediysen içeri geçelim.”

Gülümseyerek arkasını dönüyor. Öpmek için eğildiğimde elindeki matarayı üzerime boca ediyor. Paçalarımdan sular süzülüyor. Ayakkabılarımda kuru çam iğneleri, yapraklar… Tepemin tası atıyor ama susmayı başarıyorum. Yüzümde zoraki bir gülümseme. Öğretmen de şaşkın. İzah bekler gibi bakınca parmak uçlarında yükselip kulağına fısıldıyor bizimki.

“Babamı kediye çevirdim öğretmenim. Artık beni sevecek.”

Tuğba Gürbüz