17. Ekim.21
Son zamanlarda gördüğüm en overrated iş Squid Game. Kötü değil ve fakat overrated. Türkçesi, bu kadar tantana yapılacak bir şey yok ortada.
18. Ekim.21
Doğan Kitap yayınları arasında çıkan “Şehir Dışında Bir Gün” adlı kitap, Anton Pavloviç Çehov’un öykülerinden bir seçki sunuyor okura. Kitapta 28 öykü var. Bu öykülerden bazıları, Acı ve Memurun Ölümü gibi, Çehov’un çok bilinen öyküleri. İşin doğrusu, bu ikisi dışındaki öyküleri daha önce okuduğumu anımsayamadım. Ya hiç okumamışım ya da [daha büyük ihtimalle] unutmuşum.
Doğrusu, bu seçkiye elimi atmama biraz Çehov’u yeniden okuma isteği sebep olmuşsa biraz da öyküleri [Andrey Platonov çevirilerinden bildiğim] Günay Çetao Kızılırmak’ın çevirisinden okuma isteği sebep olmuştur. Bugün artık, sayıları azımsanmayacak bir okur grubu, tıpkı yazar takip ettikleri gibi çevirmen de takip etmektedir. Ben de o grubun bir neferiyim. Böylece, iyi olduğunu bildiğimiz bir çevirmenin peşine takılarak hem yeni yazarlar keşfediyoruz hem de eski ve bildik yazarlarımızı yeniden keşfediyoruz.

Seçkiye ismini veren Şehir Dışında Bir Gün adlı öykü, sımsıcak bir öykü. Yoksul insanları anlatırken okuyana bir umut da aşılıyor, insan sevgisinin güzelliğine bir övgü denebilir bu öykü için.
Acı adlı öykü, vefat eden oğlunun acısını kimseyle paylaşamayan arabacının [çünkü kimse onun acısını dinlemiyor] sonunda içini atına dökmesini anlatıyor. Bu öykü, Erdal Öz’ün “Sevgili Acı” adlı öyküsünü düşürüyor insanın aklına. Çehov’un öyküsünü kendi öyküsüne katarak yazdığı Sevgili Acı’da Çehov’un öyküsünden alıntılara yer verir Erdal Öz. Çünkü Sevgili Acı’nın üniversite öğrencisi olan anlatıcı kişisi, kendisini anlayacak bir sevgili arayışında Çehov’dan destek alır. Arabacının acısını anlayacak bir kızın peşindedir. Bu yüzden Çehov’un öyküsünü okur ve tepkilerini ölçer onların. Erdal Öz’ün öykünün özetlenemeyeceği sözünü anımsayarak durayım burada. Merak edenler, Erdal Öz’ün “Cam Kırıkları” adlı öykü kitabına göz atsınlar.
Çehov okurken akla düşen başka bir yazar da Memduh Şevket Esendal oluyor elbette. Gerçekten de Esendal’ın tarzında Çehov’dan çok şey vardır. Geçenlerde bir arkadaşım, “Memduh Şevket Esendal’a Türkiye’nin Çehov’u denilmesini haklı çıkaracak çok sevimli bir hikâyesini gönderiyorum sana” diyerek yazarın “Hayat Ne Tatlı” adlı öyküsünü göndermişti. Merak eden olursa Esendal’ın “Mendil Altında” kitabında bulabilir bu öyküyü.
Benim bu Çehov seçkisinde en sevdiğim öykü, kitaba ismini veren öyküyse diğeri de “İki Gazeteci (Gerçekdışı Hikâye)” adlı öykü oldu. Bu öyküde biri artık yazacak bir şey bulamayan bir yazar ile “kemirilmiş yumurta” üzerine bile sayfalarca yazabilen arkadaşı anlatılıyor. Yazmaya değer bir şey bulamayıp umutsuzluğa kapılan ve bu yüzden intihar etmeyi düşünen, aynı zamanda “Kafanıza Tüküreyim” gazetesinin yazarı olan öykü kişisi Rıbkin, şöyle dert yanıyor arkadaşı Şiyopkin’e:
“Hayır, yazacak bir şey yok! Sonum geldi! Evet ya, ne yazmamı emredersin? Kasiyerleri yazdık, eczaneleri yazdık, doğu sorununu yazdık… hem de o kadar çok yazdık ki iyiden iyiye karıştırdık, bir nane anlaşılmıyor artık bu sorundan. İnançsızlığı yazdık, kaynanaları, jübileleri, yangınları, kadın şapkalarını, ahlaki düşüşü, Zucchi’yi yazdık… Bütün evreni geçirdik elden, hiçbir şey kalmadı.” (s. 157-158)
Rıbkin bu umutsuzlukla intihar ettikten sonra, yumurtadan destan çıkaran arkadaşı, aynı zamanda “Hain Yahuda” gazetesinin yazarı olan Şiyopkin, daha arkadaşının cesedi bile soğumamışken oturup “intihar hakkında bir haber, Rıbkin için bir anı yazısı, sıklaşan intiharlar hakkında bir hicivli fıkra, kendi canına kastedenlere uygulanan cezanın artırılışı hakkında bir başmakale ve aynı konu hakkında birkaç makale daha” (s. 161) yazıverir bir çırpıda.
Çehov’un acıklı güldürü örneklerinden biridir bu. Acı acı gülümsetir.
***
Henri Troyat, meşhur Çehov biyografisinde yazarın “kısa ve orta boyutlu tasarılarda” kendini rahat hissettiğini söyleyerek “Konu dışına çıkmaktan, tumturaklıktan ve fazlalıktan nefret edişi, onu hızlı yazmaya zorluyordu,” der. (Ada Yayınları, 1987. Çeviren: Vedat Günyol, s. 246-247)
Çehov’un hızlı yazmasından mı yoksa çeviriden kaynaklı bir sorun mu bilmiyorum ama “Aşçı Kadın Evleniyor” adlı öykünün hemen girişindeki bir cümleye takıldım:
“Genellikle üzerinde et kesilen, soğan doğranan mutfak masasının başında, arabacı kaftanı içinde kızıl saçlı, sakallı, iri yarı, tıknaz bir adam burnunda koca bir ter damlasıyla oturuyordu.” (s. 121)
Bir insan hem “iri yarı” hem de “tıknaz” olabilir mi? Belki de bizatihi Çehov’un neden olduğu ufak bir karışıklıktır bu. Kaynak (orijinal) metni okuyamayacağım için yorum yapmaya ehil değilim ancak aynı öykünün, “Aşkı Kız Evleniyor” adıyla, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Yolunu Şaşıranlar”da olduğunu görünce bir dostumdan yardım isteyip öyküye ulaştım [çünkü bendeki Hasan Ali Ediz çevirilerinde yoktu bu öykü]. İlgili kısmı şöyle çevirmiş Mehmet Özgül:
“Üstünde et kıyılan, soğan doğranan masada sakallı, kızıl saçlı, uzun boylu, sağlam yapılı, burnunun ucundan iri bir ter damlası sarkan, arabacı yamçısı giymiş bir köylü oturmaktaydı.” (s. 261)
Bu küçük hata, eğer hataysa da, Günay Çetao Kızılırmak’ın nazar boncuğu olsun. Çünkü kitabın bütününde göz çarpan, kulağı tırmalayan ya da gözü üzen hiçbir yer yok.
Çehov’u hiç okumamış olanlar için güzel bir cümle kapısı Şehir Dışında Bir Gün adlı seçki. Daha önce okumuş olanlar içinse alçakgönüllü bir hatırlatma.

Bergamalı şair Metin Altıok, Bir Acıya Kiracı adlı şiirinde şöyle der:
“Ama boşluktur biraz da
bir kuşu biçimleyen”
Biz bunu Çehov’un öykü anlayışına uyarlarsak ve şöyle dersek çok da yanlış olmaz sanki: Ama boşluktur biraz da bir öyküyü biçimleyen.
Bu boşluk meselesine Juan Gabriel Vasquez’in Çarpıtma Sanatı kitabındaki Kaplumbağaların Müdafaası adlı bölümde de rastlarız:
Birisi bir seferinde Çehov’un öykülerinin tıpkı bir kaplumbağa gibi sadece orta kısımdan ibaret olduğunu söylemişti. Ve bizzat Çehov da şöyle yazdı: “Bir öykü tamamlandığında insan onun başını ve sonunu silmelidir.” (s. 82)
Böylece öykü, öncesiz sonrasız bir boşluktan kesip çıkarılmış bir kesit olarak sunulur okura. Yine Vasquez’in sözleriyle tamamlayalım bu faslı:
“Cortázar, romanın sinema gibi, öykününse bir fotoğraf gibi olduğunu söylüyordu; o fotoğrafın gece ve flaşla çekildiğini düşünmek her zaman hoşuma gitmiştir, bu durumda onun öncesi ve sonrası tamamen karanlıktır[.]”
Vasquez’in benzetmesi çok güzel, çarpıcı ve fakat eksikli. Çehov gibi öykücüler, o karanlığın içinden çekip çıkarırlar hikâyeyi. Nedir, okurlarını da tamamen karanlıkta bırakmazlar, ne de o “flaş”ın çiğ ışığına maruz bırakırlar onları. Okurların gözlerini karanlığa alıştırmalarını isterler, ama bir yandan da onları kimsesiz bırakmayarak el de uzatırlar: Fotoğrafın öncesi ve sonrası karanlık değil alacakaranlıktır. Bu, iki tarafın da birbirlerine doğru birer adım atmasını gerektirir. Böylece, öykü okuru ve öykü yazarı denen iki yalnız, biraz daha yakınlaşmış olurlar.
Toparlayacak olursak… Sevgili doktorumuz Antoşa hakkında kamyonlar dolusu laf edilmiştir ama onun hakkındaki en güzel sözü, her güne bir metin yazdığı “Ve Günler Yürümeye Başladı” adlı kitabının, Çehov’un doğduğu gün olan 29 Ocak tarihli bölümünde E. Galeano söylemiş olsa gerektir:
Susarak Söylüyorum
A. Çehov 1860’da bugün doğdu.
Hiçbir şey söylemiyormuş gibi yazdı.
Ve her şeyi söyledi.
19. Ekim.21
MŞE’den bahsetmişken… Bir süredir ara ara el attığım Salim Şengil’in “Anılarda Kalan Portreler” adlı anı kitabında Memduh Şevket Esendal’dan da bahsediliyor. Şengil’in MŞE’den aktardığına göre, o zamanlar CHP Genel Sekreterliği gibi bürokrasinin en tepesinde görev yapan yazar, öykülerinde gerçek adını kullanmamasıyla ilgili olarak Orhan Veli’nin eleştirilerine çok üzülmüş. Orhan Veli, MŞE’nin sanatı küçümsediği için gerçek adını kullanmadığını ileri sürmüş. Oysa MŞE, Şengil’in yalancısıyız, siyasette eskittiği adını çok sevdiği sanatta kullanmak istememiş.
Oysa Çehov, 11 Eylül 1888 tarihli mektubunda, yayıncısı ve arkadaşı Aleksei Sergeyevich Suvorin’e şöyle yazar:
“Bir koltukta iki karpuz taşımamamı ve tıbbı bırakmamı tavsiye ediyorsun. Lafzi olarak düşündüğümde bile, birinin neden bir koltuğunda iki karpuz taşımaması gerektiğini anlamıyorum… Bir değil iki uğraşım olduğunda kendimi daha güvende ve daha hoşnut hissediyorum. Tıp benim yasal eşim, edebiyat metresim. Birinden bıktığımda, geceyi diğeriyle geçiriyorum. Uygunsuz olsa da sıkıcı değil. Hem ne biri ne öteki bir şey kaybetmiyor benim bu sadakatsizliğimden. Tıpla uğraşmasaydım, düşünüyorum, acaba boş vaktimi ve zihnimi edebiyata verebilir miydim. Disiplinsiz biriyim.”
Belki MŞE de, siyasetin insanı kirleten yollarında dolaşmamış olsaydı “Hayat Ne Tatlı” gibi bir öykü yazamayacaktı.
Yazarlar için en kötü şey fildişi kulelerde oturmaktır. Sevmedikleri işlerde çalışmaları, yazmaya vakit bulamamaları, edebiyata yakışmayacağı düşünülen mevkilerde bulunmaları bile yeğdir fildişi kulesi ikametinden.
Onur Çalı
Squid Game bana göre de aynı, bu yılın beklediği pamuk şekeri. Bu mudur dedim ben de.
Tıknaz kelimesi ise evet, iri ile birlikte kullanılabilir derim. İri, algımda hem enine hem boyuna uzanıyor; tıknaz ise sadece enine, ama elbette şişmandan da farklı, Mehmet Özgül’ün sağlam yapılı diye ifade ettiği gibi.
Ve bu Dünlük’ü de keyifle okudum, kalemine sağlık.
Memduh Şevket Esendal’a ben de çok hayret ediyorum.
Bir yandan İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa gibi jakoben örgütlerde yöneticilik yapmış, daha sonra da tek parti devrinde yıllarca CHP’nin Genel Sekreterliğini yürütmüş bir insan bu sıcak, insancıl ve yumuşak hikayeleri nasıl yazabilmiş, inanılır gibi değil! Kim bilir gözlerinin önünde ne cinayetler işlenmiştir, belki de pek çoğunda onun da sorumluluğu vardır. En azından onun CHP Genel Sekreteri olarak iktidarın en tepesinde yer aldığı sırada Nazım Hikmet’in tamamen hukuksuz bir şekilde zindanlarda çürütüldüğü düşünülürse ne demek istediğim anlaşılır.
Geceleri mi yazdı acaba? Gündüz kurt, gece insan!