Hande Çiğdemoğlu

Aynanın karşısındayım. Banyo taburesinin üstüne çıktım ama yine de onları görmek için parmaklarımın ucunda yükselmem gerekiyor. Bluzumu çıkardım, atletimi de. Göğsümdeki yabancılara bakıyorum. Bir düzlükte yükselmiş iki küçük tümsek, babaannemin deyimiyle patlamış iki erik başı. Bana ait değiller, öyle yabancı öyle rahatsız edici. Ellerimi boynumdan aşağı gezdiriyorum. Önceleri sadece pembe iki düğmeyi andıran şimdinin küçük tepelerine geldiğimde duraksıyor, hızla elimi göğsümden çekiyorum. Onlara dokunmak hoşuma gitmiyor. Babaannem onlara memiş diyor. Artık atletsiz gezmek yok, ulu orta gerinmek yok, sokakta şol şol koşturmak yok. Ama kaç tane atlet giysem de belli oluyorlar. Yakar top oynarken oğlanlardan biri yanındakini dürttü geçen gün. Başıyla göğsümü gösterip kıkır kıkır güldüler. Terbiyesizler. Koşarak kaçtım eve. Keşke kaçmasaydım. Topu patlatsaydım apış aralarına, o zaman görürlerdi günlerini.

Her geçen gün büyüyor sanki bu baş belaları. Daha fazla belli olmasınlar diye gece yüzükoyun yatıyorum. Canım çok acıyor ama dişimi sıkıyorum, yine de sabah kalktığımda orada duruyorlar. Neyse ki annem istediğim pantolon askısını aldı. “Çok moda, filanca artistte gördüm ben de isterim.” dedim. Artist deyince annemin gözleri ışıldadı. Biri yıldızlı diğeri simli iki tane alıverdi hemen. Artık sokağa çıkarken askı takıyorum. Annemin gönlü olsun diye bazen de etek giyiyorum ama askılarım hep üstümde. Böylece memişlerim askının altında kalıyor. İstediğim gibi koşuyor, o salak oğlanların bakışlarından kurtuluyorum. Yine de nefret ediyorum şu iki şeyden. Bu gece yatarken babaannemin tülbendiyle onları sımsıkı saracağım.

***

Aynanın karşısındayım. Okul gömleğimin düğmelerini açıyorum yavaş yavaş. Ne kadar yavaş açarsam onlara biraz daha zaman tanıyorum sanki. Oysa bir şey değişmiyor. Her gün aynı iki çirkin mandalina ile karşılaşıyorum. Ne zaman büyüyecekler acaba? Yoksa böyle mi kalacaklar? Korkunç! Asıl korkunç olan sınıftaki kızların hepsinin adet görmüş olması. Regl yani. Hepsi genç kız oldular aralarında bir ben kaldım. Zaten beni aralarına almıyorlar pek, çocukmuşum gibi davranıyorlar. Teneffüste çardakta toplaştılar mı anlıyorum ki ayıp şeylerden konuşuyorlar. Merak ediyorum, yanlarına gidince lafı değiştiriyorlar. Sonra beni kantinden kraker almaya gönderiyorlar. Didem cebinden hiç para çıkarmasa da hangi krakerin alınacağına o karar veriyor. Didem ne derse yapılıyor. Çünkü aramızda ilk genç kız olan o. Üstelik kocaman memeleri var. Ne kadar büyük olduklarını göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Merdivenlerden koşarak çıkar, gömleğinin düğmesi yanlışlıkla açılmış gibi yapar, beden eğitimi derslerinde soyunma odasında hiç utanmadan soyunuverir.

Hiç atlet giymiyor Didem. Neredeyse anneminkiler kadar koca memelerini kimi beyaz dantelli, kimi uçuk pembe hatta kırmızı sutyenlerle onurlandırıyor. Beden eğitimi derslerinin olduğu günleri hiç sevmiyorum. Soyunma odasında herkes birbirine sutyen bedenlerini soruyor. Didem aynada memelerini gururla izlerken ağzından dolu dolu 90 kelimesi çıkıyor. Bütün kızlar hayranlıkla onu ve aynadaki neferlerini izliyor. Sıra bana gelmesin diye dua ediyorum. Ama ben nereye saklanırsam saklanayım Didem ısrarla soruyor: “Şekerim seninkiler kaç beden? Biraz küçük sanki. Sutyen takıyorsun ama değil mi?” Omuzlarımı ne kadar öne getirirsem zaten pek de varlık göstermeyen memelerim o kadar gizlenecek sanıyorum, büzüldükçe büzülüyorum. “Bilmiyorum Didem, 80 galiba. Annem alıyor sutyenlerimi.” Hâlbuki adım gibi biliyorum 75 beden olduğunu. Biri beyaz, diğeri ten rengi iki tane sutyenim var. Annem yarım atlet yerine özene bözene bunları almış, altı saten üstü dantelli, çok da para vermiş besbelli. “Oldu mu kızım göster bakayım,” diyor, dolmayan yerlerine pamuk koyduğum belli olur diye çabucak açıp kapıyorum gömleğimi. Günler geçiyor pamuklar bir türlü küçülmüyor. Üstüne bir de Didem sıkıştırıyor. “Kız göstersene sutyenini merak ettim.” Okul gömleğimin içine giydiğim tişörtümün üstüne eşofmanımı giyiyorum çabucak. “Deli mi ne? İnsan memesini gösterir mi? Ayıp denen bir şey var.” diye dönüyorum arkamı. “Ay meme deme şuna yaa, göğüs diyeceksin şapşal.” diye memeleri pardon göğüsleri kadar büyük bir kahkaha patlatıyor. Diğer kızlar da onunla birlikte kıkırdıyor. Kızların memeleri pardon göğüsleri de kıkırdıyor. Soyunma odası daraldıkça daralıyor. Her yeri penye, saten, pazen, dantelli, fistolu sutyenlerden taşan meme pardon göğüsler kaplıyor. Koşarak kendimi dışarı atıyorum. Cuma günleri eve hep üzgün geliyorum. Beni görünce annem de üzülüyor. Belki de kendi gibi güzel bir kadının böyle çirkin kızı olmasından, ona 75 beden sutyen almaktan utanıyordur. Ona söylemesem de derdimi anlıyor olmalı. Babaannem yatınca memelerime bardak çekiyor sonra çörek otu yağıyla ovalıyor. İtiraz etmiyorum.

***

Aynanın karşısındayım. Alev almış bluzumu usulca çıkarıyorum. Karşımda bambaşka bir meridyende dirilmiş iki çiçek var. Kendi gözlerimi onunkilerle değiştirince yanaklarım kızarıyor. Karnımdan göğsüme bir kırlangıç sürüsü havalanıyor, kafamın içinde döne döne uçuşan hindibalar. Yine de onun gözleriyle baktığımı hayal etmek hoşuma gidiyor. Tekrar tekrar o anı düşünmek…

Ellerimle örttüğüm iki sırrı açık etmek üzereyim. Yanağımda ellerinin sıcaklığını duyuyorum. Parmaklarından tenime oradan kalbime tüm ruhuma yayılan şeyin adına romanlarda, şarkılarda, kuşların kanadında ve bulutların arasında rastlamıştım. Aşk.

İnce parmakları, yanağımdan boynuma oradan da göğsüme bir kelebek kanadı gibi dokunarak iniyor. Göz göze geliyoruz. Yanaklarım ateşten iki top, ellerim göğüslerimde. “Ben senin kalbini görüyorum, onun üstündekilerden mi utanıyorsun?” Elleri ellerimin üzerinde duruyor. Sıcacık. Parmaklarımı kendininkilere kenetliyor, usulca ayırıyor ellerimi put kesildiği yerden. Sonra, sonrası bir düş.

Aynanın karşısından bundan saatler önce bana kadın olduğumu duyumsatan o iki sihirli yükseltiye bakıyorum. Onun dokunduğu gibi dokunmak istiyorum. Utanıyorum. Artık göğsümde aşkla başkaldırmış memelerimle barışıyorum. Hatta onları seviyorum. Üstelik artık iki avucu dolduracak kadar büyükler.

***

Aynanın karşısındayım. Karşımda kabarık mor yollarla yükselmiş iki koca dağ. Dağların içinde adı konulamaz bir tutkunlukla mayalanmış bembeyaz pınar. Çağlar da çağlar. Sabahın serininde, gecenin ıssızlığında, uykudan uyandığında, uykuya dalarken, her dakika versem her dakika iştahla emecek bebeğim sütü. Şu sıra ne sütüm, ne memelerim, ne bedenim, ne hayatım bana ait değil. Her şey bir insan yavrusunu, kendi yavrumu hayata tutundurmak için. Bedenimin ortasında duran bu iki çıkıntının neden benimle olduğunu henüz anlıyorum. Dünyada küçücük bir noktayken şimdi bir tanrı gibi kudretliyim.

Güçlü bir soğurma ile gerilen damarlarım, bebeğimin küçük ağzı o beyaz iksirle dolunca gevşiyor. Yeniden süt dolan memelerimin ince sızısı kalbimden ruhuma yürürken nasıl böyle dönüştüklerini keyifle izliyorum aynada.

Hastane odasında, hemşirenin meme uçlarımı nasıl çekiştire çekiştire bebeğimin ağzına yerleştirmeye çalıştığını anımsıyorum. Dünyaya gözlerini yeni açmış küçük insanın o güçlü hayatta kalma dürtüsünü, bir damla süt için nasıl çabaladığını ama ne yaparsa yapsın istediğini alamadığını. Gözlerimi kapatıyorum. Hafızamda yırtılan, çatlayan, kanayan memelerimin acısı. Yırtılan, çatlayan, kanayan kalbimin, ruhumun, tüm benliğimin acısı. Elindeki biberonu sallayan annemin sözleri: “Yok işte kızım sütün, açlıktan ağlıyor bebek. Gel inat etme verelim şu mamayı. Hem memelerin de bozulmaz işte daha ne istiyorsun?”

Daha ne mi istiyordum? O halde bile memelerimin görüntüsünü düşünen annemi oracıkta boğmak. Şükür ki ne annemi boğdum ne de o kauçuk şeyi bebeğimin ağzına soktum. Kybele ananın bahşettiği pınar kısa sürede çağlamaya başladı. Şimdi neredeyse bebeğimin kafası büyüklüğündeki memelerimin bir süre sonra pörsüyeceğini, sarkacağını, çatlaklarla bezeneceğini biliyorum. Umurumda mı? Değil. Sahiden değil. Sütümle sarmaladığım bu mutluluğu hiçbir şeye değişmem.

***

Aynanın karşısındayım. Tam kırk iki senelik yolculuktan sonra iki küskün dost gibi bakıyorlar bana. Yer çekimine direnen, henüz güneşe doymamış iki genç kız. Benimle birlikte yürüyen, koşan, yüzen, uyuyan, gülen, ağlayan iki yol arkadaşı. Keşke bizi daha çok sevseydin diyorlar. Biraz dokunsaydın. O zaman fark ederdin her yanımızı saran zehirli sarmaşığın tohumlarını.

Pişman ve üzgünüm. Yok, bu kelimeler karşılamıyor hislerimi. Perişan ve kahır doluyum, besbeterim. Maceramızın böyle biteceği aklımın ucundan geçmezdi. Onlar hep benimle olacak, orada iki asi bayrak gibi dalgalanacaktı. Bu hikâye son bulduğunda toprağın altında birlikte uykuya dalacaktık. Şimdi hikâyeye devam edebilmek için onlara veda etmem gerekiyor. Eksik, yarım, tatsız sürecek bir hikâyeye.

Gözyaşlarım, durmak bilmeyen bir çağlayan. Yanaklarımdan dökülenleri avucuma alıyorum, idama giden iki mahkûm gibi öfkeli, kurbana giden iki kuzu gibi mahzun duran memelerime sürüyorum. Çekinmeden, yok saymadan, şefkatle, sevgiyle dokunuyorum onlara. Çocukluğumu, gençliğimi, kadınlığımı, anneliğimi okşuyorum. Yarın yerlerinde iki çorak düzlük, iki yaslı mezar olacak. Hemşirenin sesi geliyor. “Hazır mısınız?”

Aynanın karşısındayım. Memelerime son kez bakıp ameliyat önlüğünü üzerime çekiyorum. Hazır değilim.

Hande Çiğdemoğlu