
İnsan içinde konuşmak. İnsanın içine konuşmak.
Bir ses çıkaracaktım. Bir Shure mikrofon marifeti ile. SM 57 sanırım. Yıllar geçti. Yanlış hatırlıyor olabilirim. SM 58 de olabilir. Karşım kalabalık. Ne dediğimi de hatırlamıyorum. Mikrofonun görevsizlik kararı verip ıslık çalmaya başladığını, kulaklarımda çok eski bir korsan ilâhisini duyduğumu, ıslığın bir kılıç gibi nefsimi / nefesimi kesip geçtiğini, açılan kesikten nelerin sızdığını –hatırlamıyorum onları da– nelerin sızmadığını / kimselere söyleyemedim bunları da /, / sadece ve sadece kafaları karıştırmak için mikrofonu kalabalığa tuttuğumu –çok kalabalıktı çok– / korktum / arada geğirmiş bile olabilirim, ve yine arada bir eski padişahı hatırladığımı, hemen unuttuğumu sonra, pancar turşusunun nasıl yapıldığını ve, ama bunun tarifini asla ve asla yazamayacağımı, yapamayacağımı, başka türlü olduğumu, türlü turşuyu nasıl yapamayacağımı ve, ama gerekirse yazabileceğimi,
(…)
ve o anda çıkarma yapmaya hazır bir donanmanın tüm ama tüm gemilerini / tam da o anda / tek bir sesle çıkarma yapmamaya ikna edebileceğimi, bilinegelen Dede Korkut’un aslında bir dede olmadığını / üvey bir tarih olduğunu / işte o tarihin üvey evladı olduğumu, kırma tüfeklerin dededen kalma olduğunu ama o dedenin bu dede olmadığını / dolayısıyla / bana intikal eden tüfeğin balistik geçmişinden hiç mi hiç sorumlu tutulamayacağımı, –aslında olmadığımı–, böyle de söylemek mümkün, ama,
(…)
lafı gediğine koyabilecek güçte olmadığımı, –ki tüfek koltukta yakalanmış olabilirdim– /evde vardı bir tüfek / dokunmadım hiç / buna rağmen / nenemin, bizi bununla gururlandıracaksın evlat demesine engel olacak kadar diazem aldığını, babamım İzmir’den Bergama’ya giderken yanında nenem için diazem götürdüğünü, baskın ve çolak bir dedeyi Dede Korkut ve çakaralmaz bir tüfek göndermesiyle anarken, emektar bir neneyi bir diazem reçetesinin öznesi olarak anmanın ne kadar ve ne kadar yüce bir durum olduğunu…
Anlatacaktım.
Valla.
(…)
Sesimden bir şey gelmiyordu. Yutkunuyordum. Sanki bir utancı. Ve sanki bir usancı yutkunuyordum. Mikrofona öksürdüm, mikrofon da bana. Mendil istedim. Verdiler. Dudaklarıma yapışan parçacıkları bir orkestra şefi inceliğinde, dudak kenarlarına kondurduğum kibar dokunuşlarla sildim.
(…)
Yüzüme değen fer, küçük kiremit kâsede, safran, ve zeytinyağı, ve fesleğen, ve sumak, ve kekikli bir karışımın dudaklarımda yarattığı huzurun, yukarı, kuzeye, gözlerime kadar çıkmış yansıması gibiydi. Böyleydi. Evet.
(…)
Gayret bâki. Anlatmaya çalışıyordum. Küçükken neden faytonlara binmek istemediğimi,
ve bu isteksizliğin atlarla ilgili olmadığını, düpedüz ilkelliğe karşı olduğumu, kordonda gezen impalalarla ilgili olduğunu, atlarla impalalar arasındaki uçurumun gözümden kaçmayacak kadar derin olduğunu, annemin impalalara gazel dediğini, ceylan mı yani dediğimi, yıllar sonra, tekrar anlatacaktım anneme. Sustu kaldım öyle. Evet öyle.
Kalabalığın içinde, en orta masada, meşin el çantasını sımsıkı tutan anneme, –merak etmesin– gömleğimin temiz olduğunu, hatta yepyeni olduğunu, onun kavrayamayacağı sıklıkta gömlek aldığımı, bir gömleği ikinci kez giymediğimi, attığımı hatta – / nasıl anlatsam?
Kalabalığın içinde, en orta masada, meşin el çantasını, sadece ve sadece ablama teslim etmeye razı anneme, ne söyleyebilirim ki?
Analog peygamber
Bir şeyler söyleyecektim. Elimde mikrofon vardı. Mikrofon, Shure. Muazzez Abacı’ya bile zimmetle verilen mikrofon. Bülent Ersoy’un üstüne altın varak kaplattığı, Rıza Silahlıpoda’nın yan yan üfürdüğü, Şevket Uğurluer’in “Not responsable” olduğu mikrofon. Çıraklığımda, ıskartaya çıkanlardan birini açıp içine hayretle baktığım, ama asla ve asla tamir etmeyi ( aslında eski haline döndürmeyi) başaramadığım mikrofon. Shure. Analog peygamber. The Messenger.
(…)
Öksürme dediğimiz şey toplamda bir silkinme: Bilinçdışının akciğerlere yaptığı baskı. Dışarı nefes (ses) verme refleksi aslında. Böyle olamayabilir de. Kime ne.
Öksürme dediğimiz şey toplamda bir arınma: Bir kanal temizliği. Sesi düzeltme. Az sonra dillendirilecek olan imgeye bir saygı ötüşü aslında.
Öksürme dediğimiz şey toplamda bir zaman kazanma: Cortazar’ın bypass ettiği zaman. Mırıldanmanın sonu. Belki.
Öksürme dediğimiz şey bir imge freni: Bir meleğin gül öksürmesi mesela. Birileri yazmıştır belki bunu.
(…)
Dinleyenler ara istediler. Ara verdim.
(…)
Ses, bir dalga sonuçta. Vurursun diyaframa, duyulur olursun. Arada bobin mobin. Manyetik. Titreşim.
(…)
Tanpınar mesela, içimi titretir. Bunun gibi bir şey.
Tansu M. Gülaydın