“Her eser bir öncekinin ardılı, bir sonrakinin öncülüdür.”

Kâğıt Ev, bu düşünceler desteklenircesine ilk sayfalarından itibaren yazar ve kitap adlarına yapılan göndermelerle metinlerarasılığın yoğun kullanıldığı, kısa ama katmanlı yapısına, –Okçu’nun Yolu’nda olduğu gibi sanat disiplinleri arasında bağ kurmaya çalışılarak– yer yer görsellerin eşlik ettiği bir metindir. İlk bakışta hangi türe dâhil edildiği yayınevi tarafından iç kapakta belirtilmemiş olsa da Kâğıt Ev için novella diyebiliriz.

Bir metni başka metinler üzerinden anlamak, okumak, yorumlamak amacıyla yola çıkılmış izlenimi veren kitaba, 1946’da basılmış Joseph Conrad’ın Üç Deniz Öyküsü’nü (kitapta geçen adıyla Gölge Hattı) okumadan başlamak, yazarın metnine gizlediği anlam arayışının şimdilik eksik kalacağını, ilk anda bir okur olarak ona sadece kendi yorumumu getirebileceğimi düşündürdü.

Peki, nedir bu yorum?

Cambridge Üniversitesi’nde dilbilim alanında çalışmaları olan kırk beş yaşındaki akademisyen (kitabın son sayfalarında unvanının profesör olduğunu anlarız) Bluma Lennon’un ölümünden sonra, ona ait bir postanın meslektaşının eline geçmesiyle başlayan bir yolculuk hikâyesidir bu. Adını bilmediğimiz hikâyenin anlatıcısı ve başkişisi olan meslektaş, Bluma’nın zaman zaman yaşadığı kaçak ilişkilerinden biridir. Çünkü kadın, yatağını başkalarıyla da paylaşmaktadır. Bu bilgi okura neden bu kadar detaylı verilmiştir? Kitaplar kadar kadınlar da tehlikeli midir? Öyle ki bunu dillendiren başkarakterin büyükannesi de bir kadındır. Ve hatta Bluma, Carlos’a yazdığı notta bir cadı olduğundan söz eder. Ortaçağ’dan itibaren birer cadı veya şeytan addedilen kadın gibi kitaplar da sonunda yakılıp yıkılmaya mahkum mudur!?

Bluma’nın evine, buzdolabındaki diyet yemeklerine, çarşaflarının ve parfümünün kokusu gibi detaylara hâkim olan karakter, kadının yatağını paylaştığı erkeklerin arasında herhangi biridir. Onun bir yıl önce seyahat ettiği okyanus ötesi bir kentten adresine dönen kitabın ilk sayfasında, el yazısı ile Carlos adındaki adama ithaf edilmiş cümleleri vardır. Aslında yazarı hakkında Bluma’nın tez yazdığını öğrendiğimiz bu kitap, erkeğe –nedense– sıradışı ve faydasız görünür. Yine de kitabın üzerindeki çimento kalıntılarının peşi sıra, gerçekte kadının mahremini ve Carlos Brauer’in kimliğini merak ederek, memleketi Buenos Aires’e doğru yola çıkar. Ona göre bu yolculuk, sanki bir şehrin sırtında ve önsözünde taşıdığı bir gençlik sayfalarına dönmek gibidir.

Carlos’un Uruguaylı bir kitap koleksiyoncusu olduğunu öğrenirken, Buenos Aires’te yazar ve yayınevlerinin durumu hakkında bilgi sahibi oluruz. Yazar bir yönüyle sistem eleştirisi yapmayı ihmal etmemiştir. Ayrıca diktatörlük dönemlerinde birer suç aleti sayılan kitapları, çoğu kişi ya yakmış ya da gömmekte bulmuştur çareyi. Anlatıcımız, bir liman şehrinde eski basım kitaplar konusunda uzman Dinarli’den, Carlos’un hayatını dinlediği sırada, yazar gerilim yaratmak ve okurda merak uyandırmak amacıyla gerçekte “neler olduğu” sorusunu ortaya atar. Artık peşine düşeceğimiz bir sır ve gizemli kıyılar vardır.

Karakterin ziyaret ettiği Delgado, arkadaşı Carlos gibi kitap koleksiyoncusudur. Kendisine yalnızca bir kütüphane değil bir hayat inşa etmiştir. Delgado’ya göre, kitapları raflarda yan yana dizmenin çok ötesindedir yaptığı iş. Her okuma eylemi farklı dünyalara yapılan seyahatlerdir. Yalnız bu noktada kitap, sadece okunan değil satın alınıp sahip olunabilecek seyirlik bir nesneye de dönüşür. Bu dönüşüm bana, yakın zamanda tekrar göz atma ihtiyacı hissettiğim başka bir kitaptan yapacağım alıntıyı anımsattı:

“Yenidendoğuş’ta, sanatçılara göre (yağlıboya) resim bir bilgi aracıydı belki, ama aynı zamanda bir mülk aracıydı da.” (John Berger, “Görme Biçimleri”)

Kâğıt Ev’de Carlos ve Delgado’nun koleksiyonlarını oluştururken mülkiyet ve alışverişe karşı tutumlarına tanık oluruz. Yaşamlarıyla iç içe tasarlanan kütüphaneleri, başka bir görsel sanat türü yaratmaktadır. Sahip olunan nesnelerden ibaret o sanat eserinin sergilenmesini, başkaları tarafından görünmesini isterler. Çünkü kurgusal dünyalara yapılan yolculuklara eşlik eden elyazmaları ve nadir baskılar, maddesel değerlerle ölçülüyordu ve açık artırmalarda o kitaba sahip olan kişi, diğer koleksiyonerin bir adım önüne geçiyordu.

Delice bir tutkunun sonucunda bunca anlam ve değer atfedilen eserler, kişinin ufkunu genişletirken yaşam alanını daraltmakla kalmıyor, onu köşeye sıkıştırıyor, boğuyordu adeta. İşte bu noktada, “Güzelliğine güvenme bir sivilce, zenginliğine güvenme bir kıvılcım yeter,” sözünü anımsatırcasına, arzunun dizginlenmesi gereken bir şey olduğu vurgulanmıştır. Ateş, su ve rüzgâr böyle bir yıkım için yeterlidir.

Yolun ucuna yaklaşan karakter, bir gemi enkazı kalıntılarını andıran Carlos’un çılgın tasarımı olan evini ziyaret edip onun bir bilinmezliğe gittiğini öğrendikten sonra biriktirme alışkanlığı ile arasına mesafe koyması gerektiğini anlar. Kitaplar misali duran mezar taşları arasında yürüdüğü sırada, Gölge Hattı’nı ait olduğu yere bırakmaya karar vermiştir. Çünkü kitaplar gibi her insan hikâyesiyle vardır.

Bir insanın yıkımına kitaplar kadar kadınlar da sebep olabilir mi? Karaktere göre, Bluma’nın Monterrey kentinde Carlos’a armağan ettiği o kitabı, –tez yazımı aşamasında ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle– geri istemiş olması, bir erkeğin bir kadın için neleri göze alabileceği ile ilgili miydi sadece? Ya da tüm bunlar bir kadının şaşırtılmak istenmesinin altında yatan giderilemez bir ihtiyaç yüzünden mi yaşanmıştı? Günbegün kendi ellerinle meydana getirdiğin eserinin esiri olmak mıydı? Bu sorulara yanıt aramaya çalışırken, açık uçlu bırakılan hikâyenin sonunu her okur kendi zihninde yeniden yazacaktır elbette.

Kendi adıma yazarın, bir erkeğin bir kadın tarafından zalimce mahvedilme fikrini rahatsız edici ve cinsiyetçi bulduğumu söylemeliyim.

Esme Aras