George Orwell’ın “Neden Yazıyorum” adlı deneme kitabının yeni baskısı Sel Yayıncılık tarafından yapıldı. Kitabı, çevirmeni Metin Yetkin ile konuştuk.

“Neden Yazıyorum”u çevirmeye nasıl karar verdiniz?
Tamamen tesadüf eseri. Normalde Fransızca eserleri Türkçeye çevirmekteyim fakat “Neden Yazıyorum” kitabının çevrilmesi gerektiğini duyunca hemen bu işi yapmak istedim, yayınevi de kabul edince eserle hemhal olma sürecim başladı.
Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?
1992, İstanbul doğumluyum. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Yüksek lisansımı Boğaziçi Üniversitesi Modern Türkiye Tarihi bölümünde yaptım. Altı sene boyunca öğretmen olarak çalışıp yakın zamanda kurumsal hayata veda ederek Ege’nin sakin bir kasabasına yerleştim. Ancak çeviri maceram lise kökenli zira Saint-Joseph Fransız Lisesi mezunu olduğum için altı-yedi sene önce editör bir arkadaşım Fransızcadan Türkçeye çeviri yapabilecek bir tanıdığım olup olmadığını sormuştu. Arsen Lüpen serisini ergenlik yıllarımda pek severek okuduğum için bu işi benim yapabileceğimi söyledim. Seriden iki kitabı çevirdikten sonra Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eserini çevirdim. Ardından, yine romanla devam ettim fakat gerek yayınevlerinin önerileri gerekse benim önerilerim bu yelpazeyi genişletmiş oldu. Geçenlerde yayımlanan çevirim, “Öğrenci Hayatının Sefaleti” bir manifesto metni örneğin. İlk başlarda tür ayırt etmiyordum fakat ağır sosyal bilimler kitaplarıyla hemhal olduktan sonra şiir dışındaki edebi türlere dönmek istediğimi anladım. Zira felsefi, sosyolojik, tarihi eserler çok ciddi bir bilgi birikimi gerektiriyor. Misal, Marksist kurama yaslanan bir felsefe kitabını düşünün. Ön hazırlık sürecinin altından kalkmanız aylar alabilir, öte yandan birçok terim Türkçeye çevrilmediği için ne yapacağınızı şaşırabilirsiniz. Düşünsel bir kitap olduğu için de en ufak bir hatanız ciddi bir yanlış anlaşılmaya sebep olabilir. Hele ki uzun bir kitapsa belli bir noktadan sonra azap çekmeye başlarsınız. Kısaca, Demokles’in kılıcı gibi üzerime çöken metinlerden artık uzak duruyorum… Bu tarz kitapları o alanlarda uzmanlaşmış isimlerin çevirmesi daha doğru olacaktır, diye düşünüyorum.
Öte yandan çeviri işinde emeğinizin karşılığının onda birini alsanız sizin için kâr sayılır: Hem maddi hem de manevi. Günde ortalama sekiz-dokuz saat çalışan bir çevirmen ayda asgari ücrete dahi yaklaşamaz, üstelik sigortası bile yoktur! İşin manevi kısmına gelirsek kişisel bir tatmin yaşayabilir, eş dosttan güzel yorumlar alabilirsiniz fakat toplumdaki algı kitabın kapağından tutun da kâğıt kalitesine kadar çevirmenin sorumlu olduğu. Abartmıyorum! Yine son çevirimden örnek vereyim, metni Mustafa Hayati kaleme alsa da kolektif bir eser olduğu için kapakta yazar(lar)ın adı yok. Birçok kişi mızmızlanarak yazarın adını neden kapağa koymadığımı sordu. Yahut “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” kitabında yazara ait olan upuzun önsözü benim yazdığımı sananlar bana karşı hakarete yaklaşan ifadeler kullandı: Altmış sayfalık önsöz yazarak okurun zekâsıyla dalga geçiyormuşum!
Şunu kabul etmeli: Okur kitabı beğendiği vakit müellifi beğeniyor, beğenmediği vakit mütercimi suçluyor.
Rutin kısmına gelirsek, belli bir rutin olması güç, esere göre, iş yoğunluğuma, zihinsel yorgunluğuma göre değişiyor. Özellikle öğretmen olarak çalışırken rutin sahibi olmakta güçlük çekiyordum. Metinden kopmamak adına günde bir paragraf dahi olsa mutlaka masa başına oturmaya gayret ediyordum. Ancak boş bir günümde ortalama bir eseri düşünürsek en az 6 Word sayfası çeviriyorum.

“Neden Yazıyorum”un çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
İnce bir kitap olduğu için 45 gün içerisinde çevirdim. Fransızca bir çevirimi yarıda bırakıp “Neden Yazıyorum”a odaklanmak çölde su bulmuş gibi sevindirdi beni. Yanlış hatırlamıyorsam günde 5-6 Word sayfası çevirdim. Sonra da çevirinin redaksiyonunu yapıp, bir hafta demlendirdikten sonra iki defa matbu okudum ve son düzeltiyi bitirdikten sonra da yayınevine teslim ettim. Keyifli bir çeviriydi, belki de hem daha hacimli hem de daha ağır bir Fransızca eseri çevirirken sıkılmaya başladığım için böyle algıladım. Birkaç ifade dışında zorlandığım nokta pek olmadı, tam da bu yüzden zorlandım çünkü zor bir ifadeyle karşılaştığınız takdirde durup düşünüyor, araştırıyorsunuz. En kötü, alanında uzman bir arkadaşınıza danışıp altından kalkıyorsunuz bir şekilde. Size kolay gelen bir ifade aslında ürkütücü zira altından başka bir şey çıkabilir: Görmeyebilirsiniz. Örnek vermek gerekirse Lüpen serisinin yazıldığı dönemde (20. yüzyılın ilk yarısı) hem otomobil hem de at arabası var. Fransızca “limousine” kelimesini görünce doğrudan “limuzin” olarak çevirmiştim. Meğer uzun at arabalarına verilen isimmiş esasen. “Neden Yazıyorum” da bu minvalde şüpheciliği elden bırakmadığım bir kitaptı.
Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı George Orwell?
Evet, tabii. Lise yıllarında çoğu eserlerini okumuştum. Zaten hem Türkiye hem de dünya okurunun çok iyi bildiği bir isim. Ancak “1984”teki ardıç kuşu sahnesi seneler boyunca zihnimde yer etmiş bir bölüm olarak kaldı: Winston ardıç kuşunun o ve sevgilisi Julia için öttüğünü düşünürken Julia kuşun kendisi için bile ötmediğini sadece öttüğünü söyler. Bu diyaloğu hiç unutmamışımdır.
Bazı kitaplar öyledir, bir cümle, bir paragraf, bir olay, bir sahne okurun zihninde yer eder ve o yeri her daim korur. Bu minvalde hem aşina olduğum hem de zihnimde yer edinmiş yazarlardan biridir Orwell.
Orwell orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?
Bunu denemelerinden hareket ederek söylemem hem kolay hem zor. Zor, çünkü deneme metinleri, Tanpınar gibi istisnai kalemleri hariç tutarsak, yazarın edebi üslubunu ne derece yansıtır belirlemek güç. Kolay çünkü “Neden Yazıyorum”da, Orwell kendi üslup özelliklerine zaten değinir. “Burma Günlükleri” bittiğinde hürmet ettiği bir üstada kitabı okutur ve üstat ona roman yazmadığını, gazete kupürlerini bir araya getirerek gazetecilik yaptığını söyler. Bu temayül, onun edebi üslubu karşısında bir engel teşkil ettiği için dikkatini bu tarafa yöneltir. Gazetecilik geleneğiyle sade bir kalemi olduğu söylenebilir. Ancak gerek deneme yazılarında gerekse gazete yazılarında biçim kaygısı pek yoktur çünkü savaş zamanının sorunları ön plana çıkar ve bu noktada faşizm karşıtı bir tutum sergileyerek lafını esirgemez. İlaveten, Orwell’ın toplu yazıları üstüne çalıştığım için şunu belirtebilirim: Totaliter rejim karşıtlığı olarak kabaca konumlandırabileceğimiz siyasi duruşu her cümlesine nüfuz etmiştir. Politiktir Orwell, zaten politize olmaktan kurtuluş olmadığını savunur.
Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?
Kesinlikle var: “Bir Fili Vurmak” başlıklı son bölüm. Orwell Hindistan’da polis teşkilatında memurken başına gelen bir olay bu. Erkek fillerin “mest” adı verilen bir dönemi olurmuş, bu dönemde normalin 40-50 katı testosteron salgıladıkları için haliyle saldırgan oluyorlarmış. İşte böyle bir mest olma vakasında fil köyü dağıtıyor, insanlara zarar veriyor; yerli halkın ona karşı koyabilecek silahı yok. Zaten derisi kalın olduğu için sağlam bir tüfek işliyor yalnızca. Halk öldürülmesini istiyor. Orwell tüfeği alıyor fakat fili öldürme niyetinde değil. Ancak arkasında git gide kalabalık birikiyor; ona ve diğer İngiliz memurlara yerli halk zaten çok kötü davranıyor; onları küçümsüyorlar, onlara hakaret ediyorlar, hatta memurlara çelme takıyor, lekesi geçmeyen bir meyvenin suyunu üzerlerine döküyorlar. İşte bu tahkir eden kalabalık, sömürge ülkesinde isteği dışında sömüren tarafta olan yabancı bir memurun kendini kanıtlama içgüdüsü, öte yandan seslerin, haykırışların yarattığı rüyaya çalan o atmosfer elini tetiğe götürüyor. Fil daha ölmeden yerli halk hançerleriyle hayvanın kemiklerine kadar alıyor, Orwell da iç muhasebeye koyuluyor. Bir canlıyı öldürmenin azabı bir yanda, İngiliz sömürgeciliği ile yerli halkın nefreti arasında bir yere ait olamamanın acısı bir yanda… Bu anlatı kitabın en vurucu bölümüydü zannımca.