Fransızlar “l’esprit de l’escalier” derlermiş, “merdiven ayıkması” olarak çevirsem karşı çıkan olmaz sanırım. Bir tartışmada tam gediğine koyulacak lafın tartışma bittikten sonra –kapıyı sertçe vurup merdivenlerden inerken!– akla gelmesi.
Büyük işkencedir. Mitolojide tanrıların Tantalos’a reva gördüğü cinsten. Onu da bir göle koymuşlar, üstüne de bir meyve ağacının dallarını asmışlar. Fakat ne zaman meyveye uzansa dal kaçıyor, suyu içmek için eğilse su çekiliyormuş. Merdiven ayıkması da öyledir işte. Ta çocukluk yıllarınızda veremediğiniz o müthiş cevap aklınıza gelir gelir durur ama tadına bakmak sonsuza dek yasaklanmıştır artık.
Bunun bir de adı konmamış bir başka varyantı var. Bu kez cevap verme değil, soru sorma fırsatını teptiğini iş işten geçtikten sonra fark etmek. Bir konuşmada “Bu da ne demek şimdi?”, “Ne ima etmeye çalışıyorsun?”, “Biraz daha açar mısın?” gibi bir soruyla kurcalanması gereken yeri kaçırıp sonsuza dek pişmanlığını yaşamak. Ona da “merdiven afallaması” diyelim hadi.
Çok kereler başınıza gelmiştir. Benim de bir kere bir mobilyacının show room’unda oldu.
Hepsi aşağı yukarı birbirinin aynısı olan oturma grupları arasında, hepsi aşağı yukarı birbirinin aynısı olan daha bir sürü başka nişanlı çiftle beraber, kalite kontrol niyetine koltuklara kanepelere otura otura dolaşıyorduk. Artık bir modele karar verip alma vakti gelmişti. “Güzel bir tercih,” dedi bize eşlik eden satış sorumlusu. “Zaten artık sizin gibi genç insanlar hikâyesi olan mobilya istiyor.”
Aynı koridorda durmaksızın ileri geri yürüyerek boş koltuk kollamak ve bulunca hızla oturuvermek bizde bitmek bilmez bir halk otobüsü yolculuğu hissi uyandırmış olmalıydı (koltuk yaylarını test etmek için her oturduğumuz yerde birkaç kez hoplamak da yolculuk simülasyonu etkisini artırmıştı muhtemelen) ki kendimizi bir an önce dışarı atma arzusuyla yanıp tutuşuyorduk. Sohbeti uzatma motivasyonumuz sıfırdı. Zaten evlilik arifesinde bir mağazada konuşma süreniz uzadıkça taksitle abajur alma riskiniz de bir o kadar artar. İşte bu yüzden soramadım mağaza satış görevlisine: “Hikâyesi olan mobilya mı?”
Öyle ya, hadi antika bir şey alıyor olsan, tamam. “Kim bilir bu masada kimler yemek yedi”, “şu koltukta hangi gidenin ardından gözyaşları döküldü”, “şu vazo hangi tarihi olaylara şahitlik etti” gibi sorular meşrudur, satıcının bir yanıtı yoksa bile hayal gücünün söyleyecek bir çift sözü olur. İyi de kardeşim, sıfır mobilyanın hikâyesi mi olur?
Aslında belli ki şirketin satış görevlilerine zorunlu tuttuğu pazarlama eğitimlerinin birinde geçiyordu bu ifade, “insanlar ürünü değil, arkasındaki hikâyeyi satın alırlar” vesaire. Ama gel gör ki soruyu sorup büyüyü bozamadığımdan (ne diyorduk: “merdiven afallaması”) o söz zihnime kazınmıştı bir kere. İnsanların hayatına mıh gibi çakılan sözler genelde dramatik anlarda söylenmiştir: “Anneannem ölmeden önce beni son kez yanına çağırdı ve dedi ki…”, “Babam bana hayatında bir tek o zaman vurdu ve dedi ki…” Benimkiyse o satış görevlisinin lafı oluvermişti işte. Bir hikâyesinin olduğu söylenemezdi yani. İroniye bakar mısınız?

Neyse ne. O konuşmadan sonra yeni bir perspektif geliştirmiştim. İnsanlara, kavramlara ve nesnelere hikâye sahibi olup olmadığı ekseninden de bakıyordum artık. Sözgelimi bu sene Altın Portakal Film Festivali kapsamındaki gündem Tamer Karadağlı-Nihal Yalçın hadisesiyken ben altın portakalın hikâyesini (daha doğrusu bu hikâyenin yokluğunu) kafaya taktım. Koskoca bir kent, ülkenin belli bir alandaki en prestijli ödülünü veriyordu fakat bu ödülün simgesi olarak yörenin en önemli tarım ürünü seçilmişti. Malatya’da “altın kayısı” verilmesi gibi, Manisa’da “üzüm festivali” yapılıp “üzüm güzeli” seçilmesi gibi. Çorum’un girişindeki leblebi heykeli ya da Urfa’daki isot heykeli gibi. Şehirlerimizin hikâyeleri yoktu. Aşklar, savaşlar, göçler, başlangıçlar ve bitişler hiç olmamıştı, tarım toplumuna geçtikten sonra yiyip içip yatmışlardı sanki. Kaldı ki hiçbir şey yapmaksızın yiyip içip yatmak bile destansı bir sefahat veya tembellik anlatısını beraberinde getirmelidir aslında ya, neyse.
“Cannes Film Festivalinde de altın palmiye veriliyor, aynı şey” diyenler olabilir. Fakat o sembol Cannes’ın en önemli tarım ürünü palmiye olduğu için değil, Honoratus adındaki bir Hıristiyan aziz Cannes açıklarındaki bir adada canını bir palmiye ağacının altına saklanarak kurtardığı için seçilmiş. Ha keza Venedik’in de en önemli tarım ürünü aslan değil, onun da benzer bir hikâyesi var. Venedik şehrinin koruyucu azizi Markus bir gün rüyasında kanatlı bir aslan görmüş, falan filan…
Elbette bu hikâyelerin birçoğunun dinsel motiflere dayalı olması tesadüf değil. İnsanlar yüz binlerce yıl boyunca kendilerini mitoloji ve dinlerin büyük hikâyesinin içinde anlamlandırdılar zira. Ta ki modern çağda Tanrı öldürülene kadar. “Sanat” biraz genç ve uçarı olsa da Tanrıdan boşalan tahtı devralacak ondan başka veliaht yoktu. Sanatın krallığını bu yüzden yüceltmiştik, büyüsünü kaybeden dünyaya yeniden anlam verecek olan oydu.
En azından bir süre için gerçekten de öyle oldu. Büyük romanlar, büyülü fenerler, dâhi şairler ve epik tiyatrolar bizi birkaç yüzyıl güzel idare etti. Fakat sonradan fark ettik ki hovarda veliaht har vurmuş harman savurmuş, imparatorluğun kasasını tam takır bırakmıştı. Atacak barutu kalmamış, sadece son kurşunu kendine saklamıştı. Kendini inkâr etmekten başka üretecek içeriği kalmamıştı yani.

Jean Baudrillard modern sanatın perişan vaziyetini “Sanat Komplosu”nda pek güzel anlatır. “Tam manasıyla boş olmak,” der mealen Bauldrillard, “yani hakiki kayıtsızlık, anlama karşı kahramanca meydan okuyuş, duyum denen şeyin dökülüp saçılması, pek az sanat yapıtına nasip olabilen istisnai bir niteliktir – ve işin ilginç tarafı da şudur ki bu yapıtlar anlamsızlığın peşine kasten düşmezler. Günümüzde ise sanat zaten boş ve anlamsız olmasına rağmen boşluğun ve anlamsızlığın arayışı içerisindedir.”
Rahmetli Baudrillard keşke yaşasaydı da Banksy’nin “Balonlu Kız” tablosunun hikâyesini gazetelerden okusaydı. Belki siz de duymuşsunuzdur: Meşhur sokak sanatçısı Banksy “Balonlu Kız” adında bir eser yapıyor ve bir müzayedede satışa çıkarıyor. Bir milyon sterline satılıyor “Balonlu Kız”, fakat o da ne, satış tamamlandığı anda müzayede salonunda alarm sesleri duyuluyor ve eser (tablonun içine önceden yerleştirilmiş bir düzenek sayesinde) kendi kendini imha etmeye başlıyor! Sonra ne mi oluyor? Esere yeni bir isim veriliyor: “Çöpteki Aşk”. Ve bu kendi kendini yok eden eser, “Çöpteki Aşk”, üç yıl sonra bu kez tam 18.5 milyon sterline alıcı buluyor. Harika değil mi? Çöpe yaklaştıkça değeri katlanan sanat.
Fakat bunda şaşırılacak pek bir şey yok. İstisnasız her yıl, hatta neredeyse yıl içerisinde birkaç defa benzer haberler okumaya alıştık artık. Şu iki haber de 2021 yılından örneğin:
İtalyan sanatçının yaptığı görünmez heykel 15 bin euro’ya satıldı
Müzenin eser yapması için verdiği parayı alıp kaçan sanatçı yaptığı işin sanat olduğunu belirtti
Daha 2021’in bitmesine iki ay olduğu düşünülürse benzer birkaç “sanat” haberi daha okumamız olası.
[Paranın da sanal bir konsept olmaya başladığı düşünüldüğünde iş iyice acayipleşiyor. Maddi varlığı olmayan şeyler, maddi olmayan şeylerle ödeme yapılarak satın alınıyor. Evcilik oyunu gibi.]
Öte yandan, “sanat” kategorisi altında ele alınmayan bir başka haber gündemde şu sıralar: Muz yiyen Suriyelilerin sınır dışı edilmesi. Gerçekten oldu bu. Bir grup insan muz yedi ve sınır dışı edildi. Göç İdaresinden yapılan açıklamada “yabancı uyruklu olduğu değerlendirilen kişilerce muhtelif sosyal medya platformlarında provokatif amaçlı ‘muz yeme’ eylemi” yapıldığı belirtiliyordu. Olayın provokatif olup olmadığı, provokasyon varsa bile bunun haklı mı haksız mı olduğu ayrı bir tartışmanın konusu. Fakat şu kadarına değinmek gerek: Bir grup insan, sadece ama sadece muz yiyerek bir ülkenin siyasetine müdahil oluyor ve karşılığında sınır dışı edilmek gibi ağır bir bedel ödüyordu. Sıradan bir muz değildi artık bu muzlar. Onların “hikâyesi vardı”. Ağır bir hikâye üstelik.
Sanatın ne olduğunu hatırlatıyordu bu muz yeme hadisesi bize: Ödemesi hiçlikle yapılan bir hiçlik değil, karşılığında bedel ödenen bir hikâyecilik.
Bir de “duvara bantlanan muz” vardı, hatırlarsınız. 120 bin dolara satılmıştı. David Datuna adındaki biri duvardan söküp yemiş, bu yaptığının da bir “performans sanatı” olduğunu söylemişti. “Duvara bantlanan muz” olarak bildiğimiz eserin gerçek adı neydi peki, hatırlıyor musunuz?
Komedyen’di.
Hakan Sipahioğlu