Dilek Emir, Erdinç Akkoyunlu ile ilk romanı “Babamın Cinayet Defteri” hakkında konuştu.

Erdinç Akkoyunlu

Babamın Cinayet Defteri için yayımlanmasının üzerinden 2,5 ay geçtikten sonra ne tür tepkiler geldi?

Okur bir ilk romana her zaman temkinli yaklaşır. Hele ki romana ödenecek ücret de ekonomik nedenlerle artmışken. Benim 15 yıllık edebiyat eleştirmeni olmam, bir kesim okurda “Yazdığı metin güven veriyor” duygusunu oluşturdu. Beni hiç tanımayan okurlardan mesajlar alıyorum. “Romanı çekinerek almıştım fakat tüm hikayelerin içinde ben de vardım”, “Bir metni aşık olarak okuyacağımı düşünmemiştim”, “Okurken Kara Kitap’ı da yaşamış oldum” diyen okurlar var. Halihazırda okuyacağını dile getirenler oluyor. Romanın ismi “Sanki sadece polisiye bir metin okuyacağım” duygusu yaratsa da, okuyanlar tarihi, siyaseti, psikolojiyi görünce şaşırdıklarını gizlemiyorlar.

Romanın bir siyasal polisiye ve sen sosyal medya paylaşımlarında hep bunun üzerinde duruyorsun?

Duruyorum çünkü ülkemizde hele ki son 30 yılda neredeyse siyasal polisiye hatta siyasal roman yazılmıyor. Ülkemizdeki son siyasal roman galiba Orhan Pamuk’un “Kar” romanı. Yayımlanalı yirmi yıl olmak üzere. Neden biz siyasetle yatar kalkar, ülkemizde bunca politik olaydan etkilenir ve yaşamımızı ona göre dizayn ederken edebiyat gibi bu alana en uygun sanatı kullanmıyoruz? Bu işte bir tuhaflık yok mu? Tuhaflık değil, kolaycılık ve çıkarcılık var. Siyasal roman yazmak ustura üzerinde yürümeye benzer. Yanlış bir hareket yaparsan, bir yerin uçuverir. Siyasal romanda mecburen hayat gerçekliğini roman gerçekliğine dönüştüreceksin. Eksik yaparsan ayıplanırsın, fazla yaparsan megolaman olursun. Bunun dozu dengesi çok önemlidir. Yani ustalık ve yetenek ister. Bizde iç sıkıntıyı, şehirli kişinin yaşamını anlatan kısa bir metin yaz, bitti gitti. Siyasal roman mı? Latin Amerika’dan ithal ederiz ne olacak sanki… Böyle davrana davrana sadece sosyal medya paylaşımlarında sabun köpüğü sözler üretmeye dönük bir sözlü edebiyata kaldı işimiz. Oysaki ben burada risk alıp, sınanıp ve ortaya büyük bir çaba koyup metin yazdım. Hadi beni eleştirin diyorum. Okur geliyor, beğenisini sunuyor. Bize bu romandan akşama kadar sosyal medyada romandan söz edenler haber bile vermedi diye isyan ediyor. Türkiye’de edebiyatın gevezesi çok, rantçısı fazla, işin erbabı çok azdır. Şimdi bunu yaşıyorum…

Babamın Cinayet Defteri” yazıldıktan neden 12 yıl sonra yayımlandı? Üstelik gazetecisiniz ve uzun yıllardır da çeşitli mecralarda edebiyat eleştirisi yazıyorsunuz. İlk metni yayımlatmak bu kadar zor mu gerçekten?

“Babamın Cinayet Defteri”, 2004-2009 arasında her gün çalışarak yazıldı. Ama 2021’de yayımlanabildi. Gazeteci olmama, romanım yayımlanmadığı için edebiyat dünyasında yer bulmak adına eleştirmenlik yapmama rağmen 12 yıl bekledim. Ve 2 roman daha yazıp, bir yenisine başladım. Bu kadar beklememin nedeni: Birçok yayınevinin romanı kabul etmesi. Metis, Everest, Turkuaz ve Can Gençlik (Can Yayınları’nın organizasyonuydu ama birkaç yayın sonra kapandı) romanı kabul etti ama zaman, maddi sebepler gibi gerçeklerle yayımlanamadı. Başka bazı yayınevleri de romanı “Okur bunu anlamaz. Bir yazarın ilk romanı olamayacak kadar post modern” türünden edebi savuşturmalarla göz ardı etti. İlk metinlerimi yayımladığım Notos Dergi’nin yayıncısı Notos Kitap’tan çıktı.

Romanda Hürriyet Gazetesi’nin röportaj yazarı Altan Metin’in Cumhuriyet Gazetesi’nde polis muhabiriyken öldürülen babası Kemal Metin’in cinayetlerin hikayelerini yazdığı defteri var. Altan da defterde yazılanların benzerlerini yaşıyor. Dolayısıyla bir metin üstüne metin okumuş gibi oluyoruz…

“Babamın Cinayet Defteri”ni bir üst kurmaca olarak düşünmüştüm. Cumhuriyet gazetesindeki mesai arkadaşı Türk edebiyatının en büyük yazarı Yaşar Kemal’e öykünen bir muhabir Kemal Metin’in yazar olma çabası, o ölünce iki oğluna geçiyor. Tabii önce ağabeyi Altan Metin bu işe girişiyor, ardından kayıp olarak aradığı kardeşi Erkan’ın da yazdığını öğreniyor. Burada yazmanın bulaşıcılığına gönderme yapmak istedim. Üstelik ülkemizde edebi metne pek değer verilmediği düşünülür. Romanımız edebi metne gereği hatta çok daha fazla değer veren ve bunun için esrarengiz işlere girmekten çekinmeyen karakterleri ele alıyor. Kaldı ki ben roman söz konusu olunca düz metinler yazmayı sevmiyorum. Okur bilmez ama on iki yıl içerisinde roman yayımlanıncaya dek biri sekiz buçuk yıl süren ve Osmanlı adalet sistemini anlatan bir modern roman, bir de 1970’lı yıllarda İstanbul’da çevre felaketini anlatan başka iki roman daha yazdım. Hepsinde bir yazma çabasına vurgu var; çünkü bizler artık yazılmamış metnin kalmadığı çağın yazarlarıyız. Bu gerçeği hep hatırlamak istedim. Roman sanatında en önemli noktalardan biri metin iklimini yani romanın okur tarafından gerçekçi ve izlenebilir şekilde takibini sağlayacak kurgu-konu-üslup bütünlüğünü yaratırken onlara unutamayacakları bir karakter de vermektir.

Altan Metin’in babası bir faili meçhul cinayete kurban gitmiş. Bu arada hikâyede ülkenin son dönemlerine göndermeler var. Neredeyse ülkenin belli bir döneminin panoraması…

1992 yılı Türkiye tarihinin kırılma dönemlerinden biriydi. 12 yıl önce şartları hazırlanmış bir darbe olmuş. Ülkede hemen herkes apolitize hale gelmiş. Kenan Evren, Marmaris’e yerleşmiş. Liberal-muhafazakar Özal Cumhurbaşkanı olmuş, ülkede DYP-ANAP çekişmesi yaşanıyor. Güneydoğu’da TSK ile PKK arasında çok kıyıcı çatışmalar var. Bosna’da Sırp keskin nişancılar çocuk yaşlı ayırmadan katlediyor, Almanya’da Neonaziler Türk ailelerin evlerini yakıyor. Özel TV’ler, radyolar yeni kurulmuş. Türkiye bir yandan hızla değişirken, gazeteler bu haberlerin yanına Refah Partisi’nin yükselişinden korkan makaleleri koyuyor. Aslında Türkiye, tarihin en çok tekerrür ettiği ülkelerden biri. Sadece giyim tarzı ve teknoloji değişiyor. Bugün tüm yazdığımız şu meselelerden bihaber olan ama edebiyat dünyasını roman tercihleriyle belirleyen bir Z kuşağı var. Romanı yazdığımda Z kuşağı kundaktaydı. Y kuşağının da ilgisini çekecek bir metin olduğunu düşünmüştüm. Çünkü bizim edebiyatımızda ne hikmetse siyasal polisiye metinler artık yazılmıyor. Polisiye olmasa bile siyasal metinler edebiyatta yer almıyor. Ama Türkiye’de “Hindistan’ı ne güzel anlatmış” diyerek Geceyarısı Çocukları çok okunuyor. Ezcümle, ben eğer fırsat verilirse Türkiye tarihinin bana göre değişim zamanlarını farklı roman kuramlarıyla anlatmaya devam edeceğim. Babamın Cinayet Defteri’ni okuyanlar İstanbul’da yaşanan hava kirliliğinden, o dönemin politik zehrine kadar her şeyi görebilecek, günümüzün şartlarının nasıl oluştuğunu daha iyi anlayacaklar diye umut ediyorum. Gerçek kişiler kurmacada yer alacaksa bu büyük bir risk olur. İşte onu iyi taşımak lazım. Taşıyamaz, aşırıya kaçarsan ayıplanırsın, yok sayılırsın.

Gerçek kişiler de romanda birer roman kişisi olarak yer alıyor. Sen de bundan çok söz ediyorsun. Böylece romana ilgi çekmeyi de düşündün mü? Gerçek kişilerin kurmaca içinde yer alışıyla ilgili neler söylersin?

Romanda 1992 yılında Cumhuriyet ve Hürriyet gazeteleri var. Cumhuriyet’te yayın yönetmeni Hasan Cemal, başkarakterimiz Altan’ı yazar olmaya teşvik eden kişi. Yani zaten yazar olan Altan’a gazeteci yazar olarak alan açıyor. Hürriyet’in yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök. Kahramanımız Altan işsizken ona iyi maaşla iş teklif edip, dostluk gösteriyor her zaman. Yaşar Kemal var çünkü baba Kemal Metin bir Yaşar Kemal hayranı. Orhan Pamuk var, çünkü oğul Altan bir Pamuk hayranı. Eski Türkiye, yeni Türkiye’yi böylece anlattım. Uğur Mumcu ise bu ülkenin Kırmızı Pazartesi cinayeti olduğu için var. Göz göre göre katledildi. Ve ilk kez bir romanda yer alıyor. Fakat ailesi dahil şu ana kadar romandan söz eden olmaması da tuhaf. Çünkü bu işi para kazanmak için yaptığımı düşünüyorlarsa, benim gibi pek tanınmamış yazarlar bu tür romanlardan asla para kazanamazlar. Keşke romana sahip çıksalar içinde geçen kişiler ve “Babamın Cinayet Defteri” daha çok okura ulaşsa.

Romana şu ana kadar konusu olan basının yaklaşımı nasıl peki?

İlginç bir şekilde Cumhuriyet ve Hürriyet gazeteleri romanı göndermem, yayın yönetmenlerine iletmeme rağmen henüz okurlarına duyurmuş değiller. Ahmet Hakan samimi ve sıcak bir mesaj gönderip, romanı edinip okuyacağını belirtti. Belki kendisi yazabilir. Ertuğrul Özkök ve Hasan Cemal’in romanı nasıl bulduklarını yazmalarını beklerdim. Hasan Bey okuyacağını belirtti. Ertuğrul Bey’den ise ses soluk yok. Haberi mi yok, roman eline ulaştı da unuttu mu bilemiyorum. Ama birçok gazeteci arkadaşım da romanı anlatmak, paylaşmaktan imtina ettiler. Yoğun Türkiye gündemi gazetecileri çok yıprattı ve insani özelliklerini değiştirdi. Destek verenler ise çok kıymetli sözler söylediler. Onlara da müteşekkirim.