Saim Serhat Arslan

On üç yaş… Özgürlüğe kavuşup kendi kararlarını almak için çok erken, evlat edinilmek için çok geç. Oysa bir zamanlar umudum vardı. Gıcırdayan yurt ranzasının yerini alacak kocaman bir yatağa, pasta yaparken puding tenceresinin dibinde kalanları sıyırmaya, gidilecek pikniklerde kan ter içinde kalıncaya kadar top oynamaya inanırdım. Tüm bunların gerçek olmasının tek yolu ziyarete gelen çiftlerden birinin beni filmlerde oynayan o tatlı çocuklara benzetip evlatlık almasıydı. Şu gün şu saatte ziyaret var, ona göre tertibinizi yapın! Bu cümleyi duyduğum andan itibaren gözüme uyku girmezdi. Yıllardır denemelerine rağmen çocuk sahibi olamayan ya da kaybettikleri çocuklarının yerini içimizden biriyle doldurmaya niyetlenen bu kararsız çiftler koridorun başında göründüğü anda en tatlı bakışımı takınırdım yüzüme, hani o Yumurcak gibi. Yalnızca ziyaret günlerinde giydiğim beyaz gömleğim küçük gelmeye başlayıp rengi griye çaldıkça, siyah keten pantolonumun paçaları kısa gelip puantiyeli çoraplarım görünmeye başladıkça umudun yerini umutsuzluk aldı. Zamanında benden büyükler için söylediklerimi artık küçükler benim arkamdan söylüyordu. Baksana boyu uzadı, ağzı yüzü kocaman oldu, kim ister bunu bu saatten sonra? Demek yıllarca takındığım o tatlı surat ifadesi, o gülümseyiş, o dokunaklı bakış boşunaydı. Bir iki sene sonra da benle Ali’yi ziyaretlerden düştü Müdür Bey. Ali dediğim can yoldaşım. Müdür Bey’e göre artık eşek kadardık. Ziyarete çıkmamızın anlamı yoktu. Böyle böyle on üçümüze geldik. Bir sene sonra yeni bir yurda gönderecekler. İtiraz edince kızıyor Müdür Bey. Eşek kadar adam olmuşuz, bu bebelerin arasında yerimiz yokmuş. Ne menem şey şu eşek kadar olmak, her yerde karşımıza çıkıyor. Müdür Bey sürekli kızıyor. Dergi, gazete okumaya, koğuşta radyo dinlemeye, tıraşsız gezmeye… Hele saat sekizden sonra koğuş ışığını yakan olursa, vay haline! Geceler şeytanındır diyor, bir de anarşistlerin. İhtilal oldu olalı tüm ihale anarşistlere kaldı zaten. Kat görevlisi Payidar Baba, Müdürüm bu çocuklar elinden topacı bırakalı bir sene oldu olmadı, ne anlasınlar anarşizmden, dese de fayda etmedi. Bize de cam kenarına tüneyip içimize işleyen soğuğa aldırmadan ay ışığında üç beş satır bir şey okumaya çalışmaktan başka çare kalmadı.

Hadi be Payidar Baba, hallet bizim şu ışık işini. Zaten seneye Ali de ben de yokuz. Bari son sene bir şeyler yazıp çizelim. Hem tıfıllar da istiyor. En azından ona kadar ışıklar açık kalsa rahat rahat ders çalışırız diyorlar. Ne olur Müdür Bey’i ikna etsen? Altmışına merdiven dayamış Payidar Baba, koca göbeği ve gür bıyıklarıyla Hulusi Kentmen’i aratmıyor. Yüreği desen ondan bile yufka. Gün olur elinde bir kutu gofret, gün olur Tommiksler, Teksaslar… Yapmadığı kıyak yoktur. Eskilerden bir tek Aliyle ben kaldığımız için de en çok bizi tutar. Bu işi unutun oğlum, Müdür Bey hayatta ikna olmaz. Sesi kararlı çıkıyor. Ali kaş göz ediyor bana. Aldım mesajı. Ah be baba, şimdi evimiz olsaydı. Babamızdan anamızdan rica etseydik de odaya bir okuma lambası alsalardı. O lambanın loş ışığında, sıcak yatağımızda kitap okurken uyuya kalsaydık. Mutfaktan gelen kızarmış patates kokularıyla uyanırdık ertesi gün. Anamız öperek uyandırırdı… Sesime verdiğim hüznün işe yarayıp yaramadığını anlamak için Payidar Baba’ya bakıyorum. Bire zındıklar, yine erittiniz yufka yüreğimi derken kocaman sarılıyor Ali’yle bana. Oldu bu iş.

Ertesi gün okuldan geldiğimiz gibi Payidar Baba’yı arıyoruz. Katta bulamadığımıza göre bahçededir. Arka bahçedeki süpürge dolabının yanındaki taşlığa oturmuş sigara içiyor Payidar Baba. Uzaklara daldığına göre morali bozuk. Hay Allah diyor Ali, yok yere azar yedirdik kesin adamcağıza. Yanına vardığımızda oturuşunu dikleştirip bakışlarındaki hüznü gizlemeye çalışıyor. Bir şey demeden sarılıyoruz. Canın sağ olsun baba, iyi ki varsın.

Cumartesi sabahı top oynarken baba merdivenlerden el ediyor bize. Telaşlı bir hali var. Hayırdır baba? Gelin benimle diyor. Odasına çıkıyoruz. Oda dediğime bakmayın, üzerine uzanmak için birleştirdiği iki sıra, öteberisini koyduğu bir sehpa ve bir radyodan müteşekkil dört adımlık kutu gibi bir yer burası. Kapıyı arkamızdan kapatıyor. Müdür Bey de yok baba, ne gerek var bu kadar gizli saklı işe? Yerin kulağı var, diyor. Sehpanın altına sakladığı poşetten çıkardığı iki parlak çubuğu uzatıyor. Başta anlamıyoruz. Hay kafam, ters tutmuşum meretleri. Düzünü çevirip düğmesine basınca gözümüzü alan güçlü bir ışık yayılıyor odaya. Biz şaşkınlıkla bakarken, işinizi görür herhalde diyor. Fenerleri elinden kaptığımız gibi orasıyla burasıyla oynamaya başlıyoruz. Uzağı ayrı aydınlatıyor, yakını ayrı, diyor baba. Üç gün açık bırak, bana mısın demez. Elimizde fener gözümüzde yaşlar babanın boynuna atlıyoruz. Dikkatli kullanın, diyor, koğuştaki ufaklıklar uyumadan açmayın feneri. Sadece örtünün altında kullanın. Arama olacağı zaman dolaplarınızdan alırım ben.

Odada bize yaşı en yakın olan bir alt sınıftaki Ferit. İzmirli. Annesi ile babasını trafik kazasında kaybetmiş. Yakınlarından da yanına alan olmamış çocukcağızı. Aramıza almaya çalıştık ama yanaşmadı. Çekingen bir tip, maçası yemez bizi ispiyonlamaya. Diğerleri zaten küçük, seslerini çıkaramazlar. Payidar Babanın sözünü dinlemeyip çocuklar daha uyumadan açıyoruz fenerleri örtünün altında. Masallar, çizgi romanlar, ansiklopediler… Sabahlara kadar okuyorum elime ne geçerse. Haftalar haftaları kovalarken okuldan uykusuz gözlerle döndüğüm günlerden birinde kapıdaki nöbetçi yolumu kesiyor. Müdür Bey Ali’yle beni odasına çağırıyormuş. Arkadan gelen Ali’ye el ediyorum. İkimizin de tahmini aynı, fenerler. Cezamız çabuk kesilsin diye sağda solda oyalanmadan çıkıyoruz yukarı. Kravatımızı ceketimizi düzeltip makam odasının kapısını çalıyoruz. İçerde Ferit var, misafir sandalyesine oturmuş bisküvi yiyor. Önünde de duble çay. Duble çayla bisküvi Müdür Bey’in ispiyon ödülüdür. Oturmamızı işaret etmiyor. Yere indirdiğim gözlerimi bir an için kaldırdığımda masanın kenarında duran iki el fenerini görüyorum. Eşek kadar adam oldunuz lan diyor, utanmıyor musunuz kuralları çiğnemeye? Yaşlı başlı adamı da kendinize alet etmişsiniz. Susuyoruz. Dua edin okuduğunuz o anarşist kitapları bulamadım. Yoksa vay halinize, vallahi sıkıyönetime verirdim sizi. Yok bir de kurşuna dizdir demek istiyorum, susuyorum. Akşam yemek yok size. Hafta sonu da tüm koğuşun çarşaflarını yıkayıp ütüleyeceksiniz. Hele bir tane kırışık olsun, sorarım hesabını. Şimdi siktirin gidin odadan. Odadan siktirip giderken Ferit’ten yana bakıyorum. Çaya bandırdığı bisküviyi yerken yüzüne bir tebessüm yayılıyor. Çıktığımız gibi Payidar Babanın odasına gidiyoruz. Odada yok. Çocuklara soruyoruz, arka tarafta, diyorlar. Payidar Babayı elindeki fırçayla kurumun külüstür 124’ünü temizlerken buluyoruz. Özür dileriz baba, diyoruz bir ağızdan. Boş verin oğlum. Haydan gelen huya gider. Arabayı yıkama işini sana mı verdi? Her gün diyor Payidar Baba, sabah ilk iş arabayı temizleyecekmişim. İşin kötüsü kargalar ertesi güne kadar her yanını pislik içinde bırakıyor. Payidar babanın kargalarla Yunan masallarındaki Prometheus misali savaşı işte o gün başlıyor. Sarılıyoruz Babaya. Hallederiz beraber be Baba. Bir yerlerde başkaları için doğmakta olan güneş burada, bizim göğümüzde yavaş yavaş batıyor. Uzaktan bir polis aracının sireni duyuluyor.

Saim Serhat Arslan