26.Ekim.21

Bildikleri konuda soru sorulan adamları bilir misiniz? Yüz metre öteden tanıyabilirsiniz onları. Bildikleri yerden bir soru geldiğinde, hele ki soruyu soran “Hocam sen bilirsin…” diye başlamışsa sorusuna, anında aşırı bir ciddiyet gelir üstlerine. Şişinirler. Öyle ki, adem elmaları uzaktan seçilecek kadar zayıf bile olsalar, sanki Özal gıdıları varmış gibi hallere bürünürler. Ellerini kollarını oynatarak anlatırlar da anlatırlar. Arada bir sağa sola, boşluğa bakıp konuşurlar.

Bunlara bir yere kadar katlanılabilir. Nedir, hiç çekilmez olanlar, bilmedikleri konularda bile bu hallere bürünenlerdir. Tam bir komedidir doğrusu.

29.Ekim.21

Cumhuriyet basit bir sözcük gibi geliyor artık ama öyle değil. Mükemmel olduğu için de değil. Ve fakat bu topraklar için büyük bir sıçrama. Refik Halid’in ve Halide Edip hanımın anıları okunmalı. Değeri daha iyi anlaşılır bu sıçramanın. Bir de Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı.

Üçü de çok büyük yazar.

30.Ekim.21

İnsana bilmek yok anlamak var
Çünkü bilmek yok, anlamak var

[Selcan Peksan, Bitki Kökleri, İnsan Avı, s. 38.]

31.Ekim.21

Üç buçuk günlük Cumhuriyet bayramı tatilinde, çalışmaktan gayrı, [ve yalan yok: bazen çalışırken] eskilere döndüm. Önce, David Fincher’ın Zodiac’ına ikinci kez el attım, sonra [yine Fincher’ın bazı bölümlerini yönettiği ve galiba yapımcılığını üstlendiği] Mindhunter’a başladım.

Bahsettiğim bu iki yapım arasında [biri Hollywood standartlarına göre uzunca bir film; diğeri şimdilik 19 bölüm yayımlanmış bir dizi] “konu” bakımından hemencecik kurulabilecek benzerlik ortada zaten: Seri katiller. Ve fakat benim dikkatimi, bu tekrar izlemeler sırasında, Zodiac’ın Robert’ı [Jake Gyllenhaal] ile Mindhunter’ın Holden’ı [Jonathan Groff] arasındaki benzerlik çekti. İki karakter de takıntılı; saplantı derecesinde tutuluyorlar işlerine. O iş, evet bir katili yakalamak, bulmak vs. gibi fazla cinai görünse de öyle değil; filmin ve dizinin içinde ilerledikçe başka bir derinlik kazanıyor bu ikisi. Yalnızlaşıyorlar, çünkü çevrelerinde olup bitenler ya da yanıbaşlarındaki insanlar önemini değilse de önceliklerini yitiriyorlar. Varsa yoksa “iş”, o tutku kaplıyor benliklerini.

Bilhassa Holden Ford, çok ilginç bir karakter. Bu tekrar izleyişimde [galiba üçüncü tur oluyor ama çok emin değilim, dördüncü de olabilir] ona odaklanmış durumdayım. Ortağı Bill Tench de ilginç bir karakter ve fakat Holden başka.

Başka, çünkü Selcan Peksan’ın yeni okuduğum kitabından çarpıtarak ilhamla, Bill Tench için yaptığı işi bilmek önemli. Bill, zaman zaman bocalasa da işiyle mesafesini ayarlayabilen ve işinin zehrinden kendini koruyabilen bir FBI ajanı. Holden’da durum farklı: O, görüştükleri seri katilleri anlamaya başlıyor bir süre sonra. Öyle ki onlar gibi düşünebiliyor. Bu elbette onu yavaş yavaş bir yıkıma götürüyor. Bir altüst oluşa. Bir yeniden yapıma: Bir başkasına dönüşüyor artık. Bir süre sonra, o eski halinden eser kalmıyor.

Polis, ajan, seri katil gibi “şeylere” mesafeli olanlar aldanmasın: Mindhunter çok iyi bir yapım. Yüksek bütçesi nedeniyle bitirildiği söyleniyor. Keşke devamı gelse. Holden’ı merak ediyorum. Neye [kime değil, neye] dönüşeceğini de.

4.Kasım.21

Kitap okurken yazarla sohbet ediyoruz gibidir biraz da. Hele okuduğumuz kitabın türü günlük ya da denemeyse. Tamam da, bu kadarına da gerek yoktu doğrusu.

Sabah yolda, Enis Batur’un 2017-2020 arasında yazdığı içbükeyler’den oluşan “Alacakaranlıkta Elyordamı” kitabını okuyordum. İçimden, Enis Batur ne kadar çalışkan adam yahu, bunu Dünlük’te yazayım diye geçirdikten iki saniye sonra yan sayfadaki yeni içbükeye geçtim ve işte beni karşılayan cümle:

Benim “çalışkan”lığımdan sözetmenin özgün bir saptama olduğunu söylemek doğrusu güç, öylesine yerleşiklik kazanmış bir kalıp ki bu.

Bozulmadım desem yalan olur. Bu, sohbetten ziyade Enis Batur’un beni paylamasına benzemişti. Allahtan, aynı içbükeyin devamında şöyle bir cümle vardı da sohbete geri dönmüş olduk:

Gelgelelim, kimileri hiç anlamıyor bazı şeyleri: Onların çalışmak sandıkları bir yaşama biçimi.

Sohbete dönmüş olduk, çünkü şu sıralar günde 13-14 saatlere varan bir çalışma temposuyla yaşayan bendenizin gayetle anlayabileceği bir şey bu. Anlıyorum.

5.Kasım.21

Yalçın Armağan’ın Birikim’in Eylül 2021 sayısında yer alan “Melih Cevdet Anday’da etkilenme arzusu ve kanon” başlıklı yazısından:

“Türkiye’de yerleşik bir kanonun inşa edilememesinin siyasal nedenleri bir tarafa bırakılıp sadece edebiyat alanındaki yansımalara bakılırsa, bunun en belirgin sonuçlardan biri her gelen kuşağın kendisini bir başlangıç noktası olarak görmesi, her şeyi kendisiyle başlatma eğiliminde olmasıdır. Bu nedenle Türkiye’de gelenekle girişilen mücadele değil, kuşaklar arası çatışma doğrudan bir kanon savaşına dönüşür.”

Yalçın hoca, yazısına başlarken, yukarıdaki alıntıda özlüce görülebilecek tartışmayı ve Harold Bloom’un “etkilenme endişesi”ni alıyor yanına. Ve Melih Cevdet’in gelenekle ya da “babaları” [halefleri] ile değil de, kendisinden sonra gelen İkinci Yeni şairleriyle [selefleriyle] nasıl bir “mücadele” içinde olduğunu; MCA’nın İkinci Yeni’den sonra kendini nasıl konumlandırdığını; seleflerinden etkilenme endişesini nasıl yenmeye çalıştığını; bu etkilenmenin izlerini nasıl silmeye çalıştığını; seleflerini görmezden gelmesine rağmen onların varlığının MCA’nın şiirini nasıl değiştirdiğini ve dönüştürdüğünü ve dahasını çok güzel anlatmış.

Çok iyi bir yazı okudum.

Onur Çalı