“Yaşamın öyle keskin bir yerindeyiz ki ne yapsak, ne yapmasak boş,” der Aşağıdakiler’de Fuat, karısı Belma’ya. Ölmeye bırakılmış yaşlı karı kocanınki bir perişanlık, itibarsızlık dönemidir. Üstelik sadece yaşlılıkları da değildir, yaşamın öyle keskin yerinde olmalarının nedeni. Evet, el değse dağılacak, tuz buz olacak kadar yaşlıdırlar ve yaşlıları kimse, Tanrı bile sevmez. Fakat yaşamak içgüdüsel bir zorunluluktur aynı zamanda. Oysa Anadolu Tiyatro Kumpanyası’yla en verimli yıllarını sahnede tüketmiş bu iki tiyatro oyuncusunun sanat uğruna gösterdikleri çabalar, feda boyutlarına ulaşmıştır. Örneğin ölüm döşeğindeki annesi defalarca çağırmasına rağmen Fuat tiyatroyu bırakıp da gidememiştir bir türlü. Tiyatro tutkularıyla yaşama tutunmayı sürdürseler de hayattan çekilmeye hazırlanan bedenleri, unutkanlık, sefalet onları sürekli yıpratır. Bir süre sonra hangisi düş hangisi gerçek belli olmayan bu hayat oyunun son perdesinde sahne aldıklarını fark ederiz.

Sanatın yüceliği onları bu kadar düşkün oldukları bir zamanda dahi ayakta tutmaya yeterken gündelik hayatın sıradan, basit işlerini dahi geçekleştiremezler. Bu çelişki onları her cendereye aldığında geçmişin alkış dolu, tutku dolu günlerine döner, yeniden yeniden Shakespeare, Moliere oynarlar. “Yaşamak ne güzel, her şey ne güzel. Öyle ki, sevinçler acılardan, acılar sevinçlerden güzel,” der Fuat geçmişle avunabildiği anlarda. Fakat bir süre sonra geçmişte oynadıkları oyunlarla hayatlarının çizgisi seçilmez olur. Hayat nerede başlar, oyun nerede biter, düş neresi, gerçek neresi seçilmez olur. Bu kimsesiz iki insana baktıkça yabancılaşmayı, hiçleşmeyi, acımasızlığı, güvencesiz çalışmayı, çaresizliği, aşağılanmayı iliklerimizde duyarız. Baktığımız aslında kendimizdir.

İrfan Yalçın

Tiyatro kapanınca başka sahne bulamaz, hayatlarını adadıkları sanatın çok uzağında kalırlar. Çalışamayacak kadar yaşlanıp da çaptan düştüklerinde neyse ki sokağa atılmaktan kurtularak aşağıya sığınırlar. Yaşamak zorunda kaldıkları bu yer; Beyoğlu’nda bir apartmanın lağım kokan, farelerin gezdiği, aydınlıkta bile karanlık, bir lokantanın alt katındaki tek kapılı, tek pencereli, küflü bir odadır. Yaşlı çiftin aşağıda yaşamayı kabullenecek kadar düşmüş olmasının asıl nedeniyse hiçbir sosyal güvenceye sahip olmamasıdır. Zaten onları bu denli aşağılık insan posası yapan da budur. Ne var ki bu sefilliği yukarıdakiler görmez, işitmez. Bu umursamazlık sirkine bir tek şu ünlü, turistik lokantanın sahibi Devlet Bey tamamen katılmaz. Kira istemeyip adeta ölünceye kadar oturun diyerek onları sokaktan kurtaran, onlara her öğün yemek sağlayan odur. Mülk sahibinin turistik lokantacı Devlet Bey olması elbette simgeseldir. Böylece yazar devleti, insanların üstünde konumlanan özel bir işletme gibi düşündürtür okuruna. Yaşlı çifte sadece yarı aç yarı tok yaşama fırsatı veren Devlet Beyin lokantasının çalışanlarıysa insanların yüzüne gülmeyen, asık yüzlü memurları andırır. Devlet Beyin düzenli biçimde yemek göndermesine bazen şükredecek kadar sevinen yaşlı çift bazen isyan edecek kadar öfkelenir, zaman zaman her vatandaşın devletine duyduğu hisler gibi. Söz gelimi duyguların gelişimi içinde Belma “Devlet Bey bi tane” derken Fuat “Allah belasını versin böyle herifin!” diyebilmektedir. İyi olmasına iyi adamdır da çok cahildir. Ayrıca zavallı, öküz, uyuşturucu verilmiş bir hayvan, kaz, kaz oğlu kazdır.“Ne yazık ki öyle, ne yazık ki devletimiz bizim, ne yazık ki yürekler acısıyız ikimiz de…”Öyle ya, nadiren hatırlasalar da devletler vatandaşlarının mutluluğunu sağlamakla yükümlülerdi değil mi? Aktörler kralı Fuat’ın şu söylediklerini bu bağlamda düşünebiliriz: “Şu İngiliz Devleti kadar olamıyorsun. Git de gör, nasıl bakıyor kralına, kraliçesine. Kendi yemiyor, onlara yediriyor.”

Dolayısıyla devletin ve Devlet Beyin eski günlerdeki itibarından giderek uzaklaştığını hissederiz. Yine de ne olursa olsun çok iyi adamdır o. Ne de olsa ev onun, mülk devletindir ve onlar devletlerine vatandaşlık bağıyla bağlıdırlar. Üstelik ölür mölürlerse ortada kalacağız diye korkmalarına gerek olmadığının garantisini de almışlardır. Devlet Bey, onları bir güzel gömecektir.

Nerede o eski itibar, alkış dolu yıllar? Sanatın ve sanatçının el üstünde tutulduğu o dönemlerde dillere destan Anadolu Tiyatro Kumpanyası’nın bu iki değerli oyuncusunu bir oyundan sonra Atatürk bizzat kutlamış, onların elini sıkmıştır. Nereden nereye… Çiftin ve elbette devletin en güzel günleriymiş o zamanlar! Ne var ki güzel günler kötü günleri, sevinçler acıları çağıra çağıra bu hâllere düşülmüştür. Bir oyundan sonra devletin en büyüğünün sanatçıların elini sıkmasını ideal bir gerçek olarak kabul ederek bu gerçeğin giderek unutulduğunu, sanatçıların günbegün yukarıdakilerin oyuncağı, hatta dalkavuğu olduğunu düşündürtür Aşağıdakiler. Tarih açıkça geriye gitmiştir. Fuat’la Belma’nınkiyse tam bir aptallıktır. Şöyle veryansın eder Fuat:

“Aptal olmasam aktörler kralı olur muydum? Gerçek bir kral olur, halkı soyup soğana çevirir, köşklerde saraylarda yaşardım. Yoo, yoo, hayır, şaka bu; şaka dedim, sözün gelişi yani… Bütün dünya şunu bilsin ki evet, bütün dünya bilsin ki aktörler kralıyım ben ve yine bütün dünya bilsin ki doğa kadar namusluyum…”

Aşağıdakiler’in çatışmalarını oluşturmada düş ve gerçeklere önemli roller verilmiştir. Yer yer bulanıklaşan, karmaşıklaşan düşle gerçek, söz konusu aşağıdakileri hayata bağlayan umutlar olduğunda pırıl pırıl bir görüntü sunar. Ölüp gitmeden önce hayatlarını yazacak romancıyı beklemeleri her şeye karşın umutlu olduklarını, sanatın ve sanatçının ölmezliğine duyulan inancı gösterir ki güzellik peşinde koşan sanatçının yarattığı güzel eserlerle hatırlanmak istemesi anlaşılır bir durumdur. Aynı zamanda birer anne baba olan yaşlı çiftin kızlarını dillerinden düşürmediğine tanık oluruz ki bu hâliyle kızları bir hayal unsuru gibidir. Gerçekteyse yıllardır onları arayıp sormayan, yapayalnız bırakan, hayırsız bir evlattır. Kızının gelmeyeceğine inanan Belma’nın hem gerçek dışı hem ilginç bir çözümü vardır: Doğuracaktır. Neyse ki meteliksiz, hastalıklı, yaşlı da olsa kimsesiz değildir. Öyle ki hasta kedisine ciğer alabilmek için kendince çözüm üreterek itibarlarını iki paralık etmiş, dilencilik yapmıştır. Fakat beterin beteri vardır Belma için. “Fuat ölürse bu mezar gibi yerde ne yaparım” kaygısı çok derindir, Fuat’sız bir hayatı düşünemez bile. Fuat’sa geçmişin hayaliyle avunur. Anadolu Tiyatro Kumpanyası’nın birinci aktörü, aktörler kralıdır o. Maskını çıkaracak, onu ölümsüzleştirecek yontucuyu bekler durur. Ne var ki yaşamın öyle keskin bir yerinde kızlarıyla ve yontucuyla umutlanırken sevişmeyi unutmuşlar, dövüşmeyi bitirmişler, her şeyi yapmışlardır. Geriye sadece ölmek kalmıştır.

Aşağıdakiler’i baştan sona bir oyun, hatta oyun içinde oyun olarak düşünmek mümkün. Zaten ilk başta tiyatro oyunu olarak yazılan ve sahnelenen eser, yıllar sonra yazarı İrfan Yalçın tarafından elden geçirilerek roman biçimine kavuşmuştur.

Üzeyir Karahasanoğlu