Roza Alkan

“Beni burada bekle,” deyip yamaçtan aşağıya bırakıyor kendini İbrahim. Su içecekmiş. Kendi suyumu teklif ettim, kabul etmedi. Ağzını dereye dayayıp içmek istiyormuş. Çok yaklaştığımızı biliyor, olabildiğince geciktirmeye çalışıyor bence. Yıllar önce, geride bıraktığımız hikayenin, benim ani dönüşümle ortasında buluverdi kendini. Ağırdan almasına ses etmiyorum. Rahatça gidebileceğimiz konforlu bir geçmiş bırakmadık geride. Ne biz ne de bizden öncekiler.

Durup İbrahim’i beklemeye niyetim yok. Bir an önce gitmek istiyorum. Rüzgarla birlikte sallanan yaprakların hışırtısı, kuş sesleri, derenin şırıltısı birbirine karışmış. Dünya sadece bu seslerden ibaret olsa insan çok rahat bağlanabilir.

Kuru dalları, sarı yaprakları yararak ilerliyorum Ne insana ne de eskiden bu dağlarda sürü sürü bulunan keçilere dair bir iz yok. Patikalar zar zor seçiliyor. Yıllardır kimsenin geçmediği belli. Neyse ki bir dağı yıllar sonra da bıraktığın yerde bulabiliyorsun. Nehirler kurumuş, köyler yok olmuş, insanlar gitmiş ama dağlar aynı. Yüksek güçlü, başına buyruk.

Birkaç adımda bir, soluma dönüp İbrahim’i kontrol ediyorum. Görünürde yok. Henüz farkında değil ama benden önce yüzleşecek. Dere kenarındaki badem ağacı duruyorsa eğer. Karlar erir erimez dört bir yandan görünen pembe çiçekleriyle tek başına bahara duran badem. Kayanın tepesinde yükseldiği için korkudan yaklaşamazdık. Akşam eve döndüğünde, cebine doldurduğu bademlerden İbrahim’le ikimize avuç avuç verirdi. Sadece badem değil, mevsimine göre ormanda bulduğu her türlü yemişi cebine doldurur, karşılaştığı her çocuğa verirdi. Nenem, “ Bir gün ceplerin kurtlanıp tüm vücudunu istila edecek” diye söylenip durur ama o vazgeçmezdi. Evden çıkarken de eve gelirken de hep dolu olurdu cepleri.

Seyrekleşen ağaçların arasından aradığım meşe koruluğu nihayet göründü. Olduğum yere çöküyorum. Saatlerdir yürüdüğüm halde yorulduğumu ilk kez fark ediyorum. Mezarlık karşımda artık, ulaşamama kaygım bitti.

Sabahtan akşama kadar sürü peşinde koşup her karışını avucumun içi gibi bildiğim bu dağlarda sıkça karşılaşırdım mezarlıklarla. Dağın başında, yamacında, nehir kenarında. Kime ve ne zamana ait olduğu bilinmeyen tek, çift ya da kalabalık mezarlar. Başka hiçbir yapı, geçmişe dair hiçbir iz yok. Burada kimseler yaşamamış da sadece ölmüşler sanki. Özellikle tek mezarlar içimi acıtırdı.

“Muhtemelen sürgünden ya da firardan geriye kaldılar. Gömüp yola devam etti beraberindekiler. Dönen olmadı bir daha” diye düşünürdüm.

Çünkü dağ başındaki bu yalnızlık renkli bir hikayeye imkan vermiyordu. Canlılarla kurmakta zorlandığım bağı bu sahipsiz ölülerle kurdum çoğu zaman. Kim olduklarını bilmediğim bu yalnız, kimsesiz ölülerle. Ölülerle bağ kurmayı da ondan öğrenmiş olmalıyım. Beni uyurken de uyanıkken de rahat bırakmayan, yıllar sonra buraya getiren karşımdaki mezarlığa sürekli başka bahanelerle yolunu düşürmesi, her seferinde başka bir mezarın başına çöküp içli içli ağlaması, inler gibi konuşması…

Yaşlı eşeği bile buradan her geçişlerinde durur, sırtındaki yüke aldırmadan onun mezardan ayrılmasını sessizce beklerdi.

İbrahim görünürde yok hala. “Bekle” dediği yerde beklemeyeceğimi bilir elbet. Badem ağacını arkasına alıp yukarı tırmanınca kendini mezarlıkta bulacağını da bilir. İbrahim’in de bir tarafının hep burada kaldığını biliyorum. Gitmenin mümkün olmadığını, bir parçanın hep geride kaldığını “giden” herkes bilir. Yerinden, yurdundan edilen en fenasını bilir. En acısını, en ağırını. Başka türlüsü olmaz çünkü. Olamaz. Oldurulamaz.

Doğrulup devam ediyorum yoluma. Yaklaştıkça ayaklarım ağırlaşıyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Mezarlığın girişindeki devasa meşe ağacıyla burun buruna geliyorum. Tıpkı rüyalarımdaki gibi dallarının çoğunun kuruduğunu, yere doğru eğildiklerini dehşetle fark ediyorum. Onun ölü bedenini burada bulduğumuzda kıştı. Ama ağacın yemyeşil ve genç halini çok iyi hatırlıyorum. Bu yaşlı, yarısı kurumuş haliyle rüyalarıma nasıl sızabildiğine hayret ediyorum.

Yıllardır böğrüme oturan düğüm; ağzıma, burnuma, gözüme doğru çözülmeye başlıyor. “Ağlamanın hiç sırası değil,” diye kendimi teskin etmeye çalışsam da ağlamanın tam sırası olduğunu biliyorum. Kararsız adımlarla mezarlığın içine doğru gidiyorum. Bet sesli bir karga sürüsü gürültüyle havalanıyor. Otların arasındaki hışırtılar ürkütüyor beni. Yılan olma ihtimali geliyor aklıma. Mezarlık yılanları, küçüklüğümden beri en büyük korkularımdan biri. Onların bu dünyaya ait olduklarından şüpheliyim. İki dünya arasında gidip gelen, her ikisinin de sırlarına vakıf olan, yılan kılığına girmiş tekinsiz mahluklardı bana göre. Durup dinliyorum hışırtıları. Kesiliyor kısa bir süre sonra. Mezar taşları otların arasından zar zor seçiliyor. Dizime kadar gelen kurumuş otları yolmaya başlıyorum. Baş edemeyince elime kalın bir kuru dal alıp yana doğru yatırıyorum hepsini. Bazı mezarların hazine bulma umuduyla tahrip edildiğini duymuştum. Şaşırmıyorum görünce. Avuçlarımla aldığım toprağı boşluklara doldurarak tahrip edilen mezar taşlarını düzeltiyorum. Bazı taşlar iyice toprağa gömülmüş, neredeyse kaybolacaklar. Tek tek geziyorum hepsini ama nereye çökeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Yıllardır sadece gelmeyi düşlemişim. Geldikten sonra ne yapacağım konusunda hiçbir şey kurmamışım zihnimde. Mezarlığın dere tarafına bakan kısmına gidip bir mezarın başucuna oturuyorum. Hem İbrahim’in gelişini de buradan görebilirim.

Kar bastırmadan birkaç gün önce İbrahim’le yine bu mezarlıkta bulmuştuk onu. Gözü bizim göremediğimiz bir noktaya takılıp kalmıştı. Anlaşılmaz cümleler kuruyor, arada sarsıla sarsıla ağlıyordu. Tüm çabamıza rağmen onu mezarlıktan çıkaramıyorduk. Bizi duymuyor, görmüyordu. Hava buz gibiydi. Zangır zangır titriyorduk, karanlık basmıştı, açtık, öfkeliydik. Babam da, amcam da onu kendi haline bırakmış ama İbrahim’le ikimiz ondan vazgeçemiyorduk bir türlü. Çaresiz, son bir hamleyle koltuk altlarından tutup sürükleyerek çıkarmıştık mezarlıktan. Yolun yarısındayken kendinden geçmişti. Zayıf, çelimsiz haline rağmen taşımakta zorlanıyorduk. Dağı aşıp köyün ışıklarını görünce bağırıp yardım istemiştik. Üçümüz de birer cesetten farksız varmıştık eve. Sabaha kadar ateşler içinde sayıklamış, hiçbirimizi uyutmamıştı. Dünyanın orta yerinde yapyalnız, kimsesiz kalmasının ne demek olduğunu ilk defa o gece anlamaya başlamıştım. Karşımda yaşlı bir adam değil, ailesinin dönüp kendisini mezarlıktan almasını bekleyen altı yaşında bir çocuk vardı şimdi. Torun torba sahibi olmasına rağmen beklemekten vazgeçmeyen, yılların avutamadığı, kederini dindiremediği bir çocuk. Koca bir kıyımdan geriye, şans eseri mi, şanssızlık eseri mi kaldığına bir türlü karar veremediğim bir çocuk. Aylarca yataktan kalkamamış, saklamak için gösterdiğimiz tüm çabaya rağmen köyün boşaltılacağını da öğrenmişti. Köyü çok umursadığını sanmıyorum. Onun derdi mezarlıktı. Kimliğini bir tek orada koruyabildiğini düşünüyordu.

Mezar taşına başımı dayayıp gözlerimi yumuyorum. Tuhaf bir huzur doluyor içime. Dünyada ait olduğum bir yer varsa eğer, tam da burası diye düşünüyorum. O da benzer şeyler hissediyordu, biliyorum. Çünkü her fırsatta soluğu burada almasının başka açıklaması yok. Seksen beş yıl katlandığı, kendini bir türlü ait hissetmediği dünyaya burada veda etmesinin bir açıklaması yok. O karlı sabahın köründe, ayakta durmakta bile zorlanırken onca yolu yürüyüp buraya gelmesinin, ipi ağaca bağlayıp hiç tereddüt etmeden boynuna geçirmesinin başka açıklaması yok.

Adını bile artık hatırlamadığı bir dönemdeyken yeryüzündeki tek sığınağını, eceliyle ölmeyi başarmış buradaki son atalarını unutmamış, sonsuza kadar onlarla kalmayı istemiş. Bu isteği bile olamadı. Biz daha onu ararken bazı evler ateşe verilmeye başlanmıştı bile. Ölüsünü ve bir iki dengi sırtlayan eşeklerle son defa çıktık köyden. Ermeni diye sürülen atalarından sonra şimdi de Kürt diye sürülüyorduk. Artık hiçbirimizin hatırlayamadığı alakasız bir yol üstünde yattığı halde, ben onun hep burada olduğunu, hep burada olacağını biliyorum. Beni görmesini istiyorum. Hiç dindiremediği kederinin bir kısmının bana miras kaldığını bilsin, görsün istiyorum. Buradayım. Anılarımız için. Acılarımız, küllerimiz için.

İbrahim’in tepemde dikildiğini çok sonra fark ettim. Gelişini görmek için oturduğum yerde bana görünmeden gelebilmeyi başarmıştı. Elini cebine sokup bana bir avuç kurumuş badem uzatıyor.

Roza Alkan