Hakan Deşdioğlu

Upuzun bir yolda yürüyoruz. Kupkuru. Basınca ses geliyor. Yağmur yağmadı bu aralar. Yağmadığı iyi çünkü toprak, yürüdüğümüz yol. Yağmur yağdı mı bir çamur olur ki görme! Çamur olur da batar ayakları insanın, sarar ayakkabılarına çamur, sıvaşır pantolonunun paçalarına, sıvaşır da çıkmaz. Kurtulmanın mümkünatı yoktur o çamur batağından.

Tam zamanında çıktık yola, gün yeni yeni ağarıyor. Tam zamanı.

Bizim köyden Uzun’la çıktık yola. Köydeki en iyi arkadaşım, nam-ı diğer Uzun Ahmet. Ben ona sadece Uzun derim. Kasabaya gidiyorduk, kasabaya gidip bir fotoğraf makinesi alacaktık. Bu sefer gidip bizzat kendimiz yapacaktık bu işi. Bu sefer kendimiz alacaktık çünkü daha önce iki sene para biriktirdik de babam aldı parayı. Fotoğraf makinesi alırım ben size, siz kaybedersiniz o paraları dedi, dedi de aldı paraları benden. Aldı da günlerce gelmedi makine. En son sorduydum da makine nerede diye, “Siktirtme ulan makineni deyyusun dölü, burada yiyecek ekmek bulamıyoruz, makine diyor paşam,” dediydi. Uzun’un parası da gittiydi tabii. Bir utandım Uzun’dan bir utandım! Kaç gün çıkamadım evden, bakamadım yüzüne. Uzun hiçbir şey demedi ama bana. Anladı zaar, ne parayı sordu ne makineyi. Anlar elbet, anlar çünkü onun babasının benim babamdan tek farkı ismi herhal, bir de siması. O da sövüyor sürekli, duyuyorum ben Uzun’u çağırmaya varınca evlerine. Boyuna sövüyor.

Yeni baştan başlayıp epey zamandır biriktirdiğimiz paraları bu sefer köyün çıkışındaki dönmede sol yanda kalan, uzun, dalları gür, yaprakları koyu yeşil kocaman el gibi olan meşe ağacının dibine gömdüydük. Tahtadan bir kutu bile yaptıydık bu iş için. Gömdüğümüz yere çöküp dizlerimizin üzerine oturduk. Yanımıza iki tane siyah kuş kondu. Kömür gibi kapkaraydılar. Yan yanaydılar ve hiç ayrılmıyorlardı. Bir müddet onlara baktıktan sonra toprağı ellerimizle kazdık, kutuyu çıkarıp paraları aldık. Paraları Uzun’a verdim. Aldı cebine koydu, bana baktı, gözleri ışıldadı, kocaman gülümsedi: “Şimdi,” dedi, “şimdi alacağız işte o fotoğraf makinesini ve hiç kimse mani olamayacak.”

Kuşlar hâlâ bize bakıyordu.

Kasabaya gelmiştik. İlk defa yanımızda babalarımız olmadan kasabaya gelmiştik. Yalnız başımıza… Çok heyecanlıydık, ben çok heyecanlıydım, Uzun ise meraklıydı daha çok. Etrafa bakarak yürüyorduk. Uzun’un hafızası çok iyiydi. Babası ile daha önce geldiğinde kasabaya, fotoğraf makinesi satan dükkanı görmüş, yolu ezber etmiş, köyde bana anlat babam anlatmıştı. O kadar çok anlatmıştı ki neredeyse gözüm kapalı bulacağıma inanıyordum dükkanı. Kasabada meydan var, meydana gelmeden bir kahvehane, kahvehaneden sağa sap, oradan dümdüz yürü, üç katlı ahşap bir konak, konağın arkasından yine meydana bağlanan bir cadde, hemen o caddede kunduracının yanında…

Dükkana girmiştik. Dükkan sahibi bizi iyice bir süzdü, aldırmadım. Uzun, satıcıyla konuştu etti, sorular sordu derken ben sessizce durdum, durdum çünkü Uzun hem makinenin dilinden hem adamın dilinden iyi anlıyordu. İstanbul’daki dayısında görmüşmüş makineyi, fotoğraf bile çekmiş hem. Ben ilk defa görüyordum bu kadar yakından.

Üst kısmı gri, alt tarafı siyah bir makineyle çıkmıştık dükkândan. Hemen bir taşın üstüne çöküp oturduk. Uzun bana makineyi bir iyice anlattı. Nasıl fotoğraf çekileceğini, nereye basacağımı falan… Ben de bir şey olacak diye korkuyordum nedense. Bir de daha fazla geç olmadan gitmek istiyordum. Gerçi zaten vardığımızda kıyamet her türlü kopacaktı köyde. Elbette söylemeyecektik makine aldığımızı ama yine küfür kıyamet kopacaktı.

“Düşünme,” dedi Uzun. “Biliyorum akşam köye varınca olacakları düşünüyorsun, boşa düşünme nasıl olsa her gün aynı, gelmişken son kalan bozukluklarla birer gazoz içelim. Kaç kere geliyoruz ki kasabaya?”

Gazozlarımızı içtikten sonra köyün yolunu tutmaya karar verdik. Kasabanın çıkışına doğru hiç konuşmadan ama fazlasıyla heyecanlı, içimiz içimize sığmadan yürüyorduk. Kasabanın çıkışına yaklaştığımızda bir köpek inlemesi duyduk, emin olamadık. Ses doğru yaklaştığımızda gördük ki bacağı kanlı, yarası kokmuş, kabarmış, tüyleri kirlenmiş yavru beyaz bir köpek yatıyordu, yıkık duvarın dibinde. Uzun, köpeği görür görmez yanına yaklaştı. Birbirimize baktık, ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Köpeğin durumu iyi değildi. Uzun ceketini çıkardı, köpeği cekete koyduk ve ceketi iki tarafından birer elimizle tutup taşımaya başladık. Onu köye götürecektik.

Yolumuzun daha yarısına anca gelmiştik ve köpek sürekli acı içinde kıvranıyordu. İşin daha da kötüsü yakıcı ve boğucu sıcak gitmiş, kapkara bulutlar tepemize çökmüştü. Yağmur yağdı yağacak, havası her yeri sarmıştı. Uzun o zaman konuştu, “Bu hava hayır değil, kestirmeden, tilki tepesinden gideceğiz. Vardık vardık, varamadık kötü. Hem köpek de dayanacak gibi değil.” dedi. Başımı iki yana sallamakla yetindim. Bence tilki tepesinden gitsek de, normal gitsek de yağmuru her türlü yiyecektik. Sonra birden aklıma geldi, konuşmaya başladım, “Makine, makineye bir şey olur mu, yağmur yağarsa?” deyip sustum. Kötü oldum, hem makineye bir şey olmasından korkuyordum, hem de köpek bu haldeyken makineyi sorduğum için kötü hissediyordum. Uzun bana baktı, ceketinde yatan gözlerinden iltihap akarak sızlanan köpeğe baktı. Sonra boştaki elinde çantasında duran makineye baktı. Bir şey söylemedi.

Köye yaklaşıyorduk. Çünkü Uzun’un dediği gibi kestirmeydi bu yol. Tilki tepesinin ardı köy demekti. Tepeyi çıkmıştık ve inmesi kalmıştı, o yüzden de bir aksilik çıkmazsa köye yarım saatlik yolumuz kalmıştı. Tam tepenin dik yokuşundan aşağı inerken bastırdı yağmur. Etrafımızda ağaç arandık hemen. Bu tepe seyrek ağaçlı bir tepeydi. Seksen, yüz adım ileride bir kocamış çam ağacı görüp ona doğru koşmaya başladık. Yağmur iyice bastırmıştı, göz gözü görmüyordu. Çam ağacının duldasına kendimizi atmaya çalışıyorduk. Tam o sırada Uzun’un ayağı kaya çıkıntısına takıldı ve düştü. Yuvarlanmaya başladı. Uzun’un düşmesiyle ceketin içinde taşıdığımız köpek de yere düştü. O da düşmenin hızıyla sivri tepeden aşağı doğru gitmeye başladı. Doğrulacak veya kendini durduracak hali yoktu. Köpek bir tarafa, Uzun başka bir tarafa gidiyordu. Uzun’un peşine koştum. Düşmemek için dua ediyor, dua ederken titreyerek koşuyordum. Uzun yuvarlanırken genişçe bir karaçalı topuna denk gelip durdu. Yanına vardım, “Kalk,” dedim, “iyi misin, burada kalalım yağmur geçene kadar,” dedim ve hemen yanımızdaki kamburu çıkmış, biçimsiz çam ağacını gösterdim. Bizi yağmurdan korumaya yetecek kadar büyük gözüküyordu. Sırtına bir sürü çalı batmıştı. Yüzü, sırtı, elleri kan içindeydi. Elinin birinde makinenin çantası vardı. Ayağındaki çarığın biri yoktu. “Köpek” dedi, “köpek nerde?”

“Bilmiyorum,” dedim. Hemen doğruldu. Makine çantasını bana verdi. Yüzü acıdan buruşuyordu. Eliyle gözlerine siper ederek köpeği arıyordu. Kambur çam ağacını göstererek, “oraya git,” dedi. Sonra koşmaya başladı, ben de ne yapacağımı bilemeyerek çam ağacının altına gittim. Yağmur bir hayli hızını artırmıştı. Uzun’un peşinden gidip gitmemek arasında kararsız kalıyordum. Hem yağmurun hızından, düşmekten, kaymaktan korkuyor hem de Uzun’u merak ediyordum. O sırada makine çantasına sarıldığımı fark ettim. Hemen çantayı açtım, çantanın içi ıpıslaktı. Makineyi oradan çıkartıp elime aldım. Makine de ıslaktı ve düşmenin hızından olacak tam üç yerinden kırılmıştı. Ağlayarak makineye bakıyordum. Ne kadar baktım bilemiyordum. Uzun’un sesiyle irkildim. “Yaşıyor, nefes alıyor hâlâ, iyi dayanmış valla. Şükür en aşağı kadar yuvarlanmamış.” Uzun’a baktım. Çıplak ayağı, elleri, yüzü perişan haldeydi. Ağladığımı unutmuşum. Uzun muhtemelen ağladığımdan anladı.

“Makine ne durumda?” dedi.

“Islanmış, bir de kırılmış tam üç yerinden,” dedim ve makineyi ona gösterdim. Uzun kendi titrerken kucağında sıkıca tuttuğu köpeği ısıtmaya çalışıyordu.

“Belki,” dedi. “Belki kuruyunca çalışır, belki tamir ederiz onu.”

Sonra sustu, o da biliyordu o makinenin bir daha çalışmayacağını. Yağmur şiddetini bir iyice artırmıştı. Tam o sırada çam ağacının kambur dalına iki siyah kuş geldi, kondu.

Hakan Deşdioğlu