Varlık Dergisi’nin 15 Mart 1957 tarihli 450. sayısının son sayfasında yer alan “OKUYUCULARIMIZLA BAŞBAŞA” başlıklı bölümde okuyuculardan gelen sorular, yorumlar, eleştiriler ve derginin bunlara cevapları var.

Mehmet Vehbi GÜRSES sormuş: “Şahsi kütüphaneniz yok olursa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olacak? diye bir anket açacağınızı söylemiştiniz, bir hayli önce. Mayk Hammerlerle yalnız çıplak kadın vücudu teşhir ederek genç dimağları zehirleyen roman ve dergilerin piyasayı doldurduğu şu günlerde böyle bir soruşturmayı faydalı bulmuyor musunuz?”

Cevapta imza yok ama muhtemelen Yaşar Nabi Nayır da şöyle cevap vermiş: “O anket sorusunu yazar arkadaşlarımızdan bir kısmına dağıtmıştık. Tek birinden bile cevap alamadık. O zaman bu soruya cevap vermenin güçlüğünü düşünerek vazgeçmek zorunda kaldık.”

Sorunun güçlüğü ortada ama 64 yıl sonra Parşömen olarak biz tekrar sormak istiyoruz: “Şahsi kütüphaneniz yok olsa ilk satın alacağınız on kitap hangileri olurdu?”

Hakan Güngör

1. Martin Eden – Jack London

İlk okuyuşum lise yıllarımdaydı, hayatımı derinden etkiledi ama açıkçası kitabı yanlış anlamıştım. Yazıyla güçlü bağlar kurarak sürmesi umulan bir hayat için Martin’in yolculuğu oldukça heves uyandırıcıydı. Martin Eden oldukça yüksek bir sadakatle okuyarak, çok disiplinli şekilde yazarak, yazarlığın tamamlayıcısının “edebiyat çevrelerine girmek” olduğunu düşünerek bir mücadeleye girişiyordu. Ancak yazıyla bağı sadece bu öncüller üzerinden kurmak onun için bir felakete doğru yol almaktan başka bir şey değildi. Ne var ki kitabın felaketten önceki süreci öyle büyüleyiciydi ki sonunda elde kalan büyük tatminsizliği gözden kaçırmıştım. “Neden üretiyorum”un yanıtını kişinin kendi deneyimlerine değil, başkalarının buna nasıl yaklaşacağının üzerine kurmanın; “edebiyat çevrelerinin” zannedildiği gibi derin değil, oldukça sığ, oldukça değişken dengelerden ibaret olduğunu Martin Eden zorlu deneyimlerle görüyordu. Jack London’ın bu otobiyografik romanı aslında yeniyetme yazarlar için bir uyarılar bütünüydü. Martin’in yaşadığı derin tatminsizlik, hem henüz saf olduğumuzdan hem de macera romanlarının usta yazarının nefes almadan okutma becerisinden dolayı gözümüzden kaçıvermişti. Kitabı bir kez daha okusam bu kez ne anlarım bilmiyorum ama her halükârda yine harekete geçirirdi diye tahmin ediyorum.

2. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu – Sevgi Soysal

Anı nasıl yazılır, bir dönem nasıl anlatılır, iyi edebiyatçı nedir, aydınca yaşamak nedir, inat nedir, iyi gözlem nedir… Birçok cevap aldığım kitaptır, kimi soruları henüz kendime dahi sormamışken üstelik.

3. Bir Gün Tek Başına – Vedat Türkali

Kıskandığım tek kitap. Anlattığı zaman aralığını öylesine güçlü gözlemlemişti ve öyle önemli bir kesiti almıştı ki, bu kesit hem umutsuzluğu hem direnci hem zafere yaklaşmayı hem kaybedişi kendi içinde barındırıyordu. Dolayısıyla anlattığı süreç tıpkı bir karakter gibi zaafları, iç çatışmaları olan bir roman kahramanı olarak somuttu adeta. Kitabın kusurlarını dahi seviyorum; iyi romanlar kusurlarıyla güzel.

4. Aşkın Metafiziği – Schopenhauer

Aşkın ve ilişkilerin aslında tümden “anlamlandırılamaz” süreçler olmadığını ortaya koyuyordu. En anlamsız bulunan ilişkilerde, büyük pişmanlıklarda, hatta bazen “aptalca” görünen fedakârlıklarda dahi aslında büyük insanlığın nasıl tutarlı bir çabasının olduğunu gösteriyordu. Aciz ve eksik insanın neden ve nasıl (sanki mümkünmüş gibi) tamamlanmaya ihtiyaç duyduğunu, buradan kaynaklanan derin hislerle neler yapabildiğini anlatıyordu. Aşkı masalsılıktan çıkarmak gibi bir yanı vardı. Her ne kadar duygusal ihtiyaçları görece es geçip kalıtımsal ve fiziki ihtiyaçlara odaklansa da aslında çoğu tezinin duygusal eksikliklerin tamamlanması konusuna da uyarlanabileceğini düşünmüştüm. “Bunca insan arasında neden o?” ve “Neden bu kadar güçlü şekilde o?” sorusuna dair bir çırpıda reddedemeyeceğimiz yanıtlar veriyordu.

5. Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar

Kara mizah denilince hâlâ aklıma gelen kitaptır. Öyle büyük bir ciddiyetle öyle ahmakça şeyler anlatılır ki yazıldığı topraklar itibariyle oldukça gerçekçi dahi sayılabilir.

6. Türkiye Üzerine Tezler – Yalçın Küçük

Yazıp yazmamak konusunda tereddüt ettim ancak yazmasam politik doğrucu bir yaklaşım olurdu. Vardığı sonuçlara hiç katılmadım, hatta çoğu zaman kendisi de sonradan katılmadı ama o sonuca varma yöntemlerine hep hayranlık duydum. Tarih yazıcılığının içine edebi dili, güzel söyleyişi de sokmuştur üstelik. Dikkatli bakıldığında cümleler arası, hatta cümle içi uyaklarını, ritmini dahi görebilirsiniz. Hep “çubuğu tersine bükmek”ten bahsetti, bükmeye çabalarken kendi bilimsel yaklaşımını kırdı, kopardı. Çelişkisi bundan.

7. Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Türkiye’yi ve aydın kişinin “sınırlarını” anlamaya en çok bu kitapla yaklaştım.

8. Hitchcock ve Truffaut

Uzun yıllar boyunca pek de saygı görmeyen bir yönetmendi Hitchcock. Ucuz romanlardan “seyirlik” gerilim filmleri çeken bir adam olduğu yönünde genel bir kanı vardı. Ancak işin öyle olmadığı aslında saygın yönetmen Truffaut’nun onunla yaptığı röportajlarla ortaya çıktı. Truffaut, Hitchcock’u çok detaylı izlemiş, anlamış ve usta yönetmenin zannedildiğinden çok daha büyük bir sinemacı olduğunu kavramıştı. Hitchcock’a hep hayranlık duydum. Hatta yazmaya dair az da olsa bir şey biliyorsam, bunları yazarlardan çok Hitchcock sinemasından öğrendiğimi düşünürüm. Anahtar bir hikâyeyi merkeze almak, buradan insanların uzaklaşamayacağı bir konsantrasyon yaratmak ama bir başka katmanda kendi yaklaşımını, fikrini, hatta ideolojisini zerk etmek asıl maharetiydi. Üstelik her izleyici için bir başka alameti farikası vardı. Kimine “katil kim” diye sorduruyordu, kimine “adalet nedir”i aratıyordu. Daha dikkatli izleyiciler içinse sinemanın o dönem için kısıtlı olanakları içinde mucizeler sunuyordu. Sansür kurulu gereği sevişme sahnesi çekemiyorsunuz, çiftimiz trendedir ve yakınlaşmaktadır, ne yaparsınız? Hitchcock sevgililerin sarılmasını gösteriyordu, sonra geniş planda içinde oldukları treni tünele girerken görüyordunuz. Anlatmanın çok çeşitli yolları, anlatının katmanları vardı ve Hitchcock sineması bunun eşsiz örnekleriyle doluydu.

9. Başkaldıran Kurşunkalem – Ferhan Şensoy

Ferhan Şensoy’u tanrılar katından indiren kitaptır. Üstelik kendini o kattan indiren tek tanrı olarak ona inancımı pekiştirdi. Sevgilisiyle sonu gelmez tartışmalarını (şairce bir tutumla), parasızlıkla olan meselesinin onu zaman zaman hayallerinden nasıl uzaklaştırdığını (devrimci bir tutumla), en zorlu zamanlarda içinden nasıl geliyorsa öyle yaptığını, bazen içinden geçenleri nasıl tuttuğunu (aktör böyle olunur dedirtecek bir tutumla) anlattığını gördüm. Ölmüş ya da yaşayan tanrılar ne zaman tepemde dolaşmaya başlasa tenzili rütbe metninin altında kendi imzası olan bir tanrıya, Ferhan Şensoy’a başvururdum herhalde.

10. 99 Yüz – Cemal Süreya

Bu öyle bir kitap ki tanıdığımı sandığım birçok insanı aslında tanımadığımı gösterdi bana. Hatta bu portrelere konu alan kişilerin dahi Cemal Süreya sayesinde kendilerini daha iyi tanıdığına eminim. Türkiye’de portre yazmak hâlâ “ansiklopedik bilgi”, “severdim, dostumdu”, “hiç sevmedim, sevmem de” arasına sıkışıp kalmış bir yerde duruyor. Cemal Süreya başkası tarafından yazılan insanları bu üç demir parmaklığın dışına taşıyor.