Gamze Güller, iki öykü kitabı (İçimdeki Kalabalık, Beşinci Köşe) ve En Çok Onu Sevdim adlı romanından sonra, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Durmuş Saatler Dükkânı ile öykü okurunun karşısına çıktı. İnsanevladı hayatın hep nehrinde akıp gideceğini sanır ama genelde öyle olmaz. Hastalık, ayrılık, ölüm, yalnızlık, anlaşmazlık, sevgisizlik, iletişimsizlik, mutsuzluk, yabancılaşma da hayata dairdir.
Durmuş Saatler Dükkânı’nı oluşturan hikâyelerin atmosferi kitap kapağından anlaşılacağı üzere karanlıktır, insana ürkünç gelen bir yanı da vardır. Akrep ve yelkovan kendi yörüngesinde dönenip dururken öyküler de o daire etrafında gelişir, döngüsel zamanla tamamlanır. Okurunu şimdinin dışına çıkarıp bir geçmişe bir geleceğe götüren, yarattığı sıra dışı karakterleriyle zaman döngüsünde sıkışıp kalmış insan çaresizliğini içsel ve dışsal zamanı yer değiştirerek anlatmayı başaran, düşle gerçeği ayırmanın pek mümkün olmadığı dünyalar yaratan öyküler yazmıştır Gamze Güller. Yazarın açtığı o gizemli kapıdan içeri giren okur, hayatın/kendi gerçeğinden bir süreliğine çıkmış olur böylece. Kendi sarmalında birbirini kovalayan öykülerde lunaparkın janjanlı dünyasından, içimizde buz tutan nehirlere, küçük kız çocuklarına anlatılan masallardan rüyalar âlemine savrulur. Ne yaparsak yapalım sonuçta insanın kendisiyle hesaplaşması hiç bitmez. Gamze Güller ile son öykü kitabı Durmuş Saatler Dükkânı üzerine konuştuk.
Esme Aras

Hayatın tuhaflıklarının karanlık öykülerle anlatıldığı, yalnız karakterlerin, bir anda sabun gibi elden kayıp giden zamanın kitabı olan Durmuş Saatler Dükkânı, bir bakıma kendi atmosferini yaratarak dünyaya geldi. Salgın hastalık kıskacında sokağa çıkma yasakları, kısıtlamalar ve kapanmalardan etkilenerek bir süre raflardaki yerini alamayan son öykü kitabınızın, okurla buluşması beklenmedik şekilde gecikti. Zaman sizin için önce durdu sonra yavaş yavaş işlemeye başladı diyebilir miyiz? Bu süreci değerlendirmenizi isterken, belirsizliği nasıl aştığınızı da sormak istiyorum.
Gerçekten de zorlu, tuhaf bir süreçti. Bir önceki kitabın üzerinden dört yıl geçmişti, bir de üstüne neredeyse bir yıl kadar yayımlanma sırasında beklemiştim. Nihayet bekleyiş sona erdi derken aklımıza bile gelmeyecek bu felaketle karşılaştık. Benimle birlikte kitabım da eve kapandı sanki, bu belirsizliğin netleşmesini beklemeye başladık. Neye endişelenip üzüleceğimi şaşırmıştım. Kitap kendi kaderini yaşıyordu, saatler durmuştu. Bu süreçte akıl sağlığımı korumanın tek yolunun yine kurgu olduğunu fark ettim ve ona sığındım. Günlerimi bolca çalışarak, okuyarak ve film izleyerek geçirdim. Elbet bir şeyler düzelecek, hayat normale dönecek ve kitap da gün yüzüne çıkacaktı. Nitekim iki ayın sonunda satışa sunulabildi fakat bu kez de pandemi şartları nedeniyle kitapçılara giremedi, duyurulamadı. Sonunda bizler gibi her kitabın kaderinin de farklı olduğunu anladım. Anlaşılan Durmuş Saatler Dükkânı da zorluklarla başlamıştı hayatına, bolca tökezleyecekti. Ama sonunda ayağa kalkıp yürüyeceğinden, hatta koşacağından hep çok emindim. Nitekim bir süre sonra okur kitabı kucakladı ve elimi bırakmadı.

Sonrasında kitaba ilgi ne düzeyde oldu? İlk imza etkinliğinizi geçtiğimiz Ekim’de yapabildiğinizi düşünürsek, yüz yüze gelmeye alışık olduğunuz okurlarınız bu sürede sizinle kolaylıkla bağlantıya geçebildiler mi? Özellikle lise öğrencilerinden aldığınız geri dönüşleri merak ediyor, onların nabzını daha çok tuttuğunuzu düşünüyorum.
Kitaba ilgi ilginç bir şekilde gün geçtikçe arttı. Normalde bir kitabın görünürlüğünün birkaç ay olduğu, bu süre sonunda yavaş yavaş kaybolduğu, yenilerin gerisinde kaldığı söylenir. Belki de süreç nedeniyle böyle olmadı. Bugün hâlâ kitap sanki yeni çıkmış gibi bir ilgi ve destek var okurdan. Evet, yüz yüze buluşmalar yapamadık ama bu dönemde çevrim içi etkinliklerin gücünü keşfettik. Hatta fiziksel olarak yetişip katılamayacağım kadar çok programa katıldım, hâlâ katılıyorum. Kitabı seven okur artık bize mutlaka ulaşıyor. Sosyal medyanın kuvvetli yanı da bu sanırım. Ama elbette temas ederek paylaşmanın farklı bir gücü var. Biraz daha cesaretlendikçe yüz yüze etkinliklerin de artacağını umuyorum. Bahsettiğiniz gibi, lise öğrencileriyle bir arada olmayı özellikle seviyorum. Gençlerin sesini duymak, düşüncelerine kulak vermek, yorumlarını dinlemek benim için hem çok öğretici hem de diriltici oluyor. İşin güzel tarafı kitabı gerçekten sevdiler. Biliyorsunuz onlara sevmedikleri bir şeyi okutamazsınız, üstelik gençler düşüncelerini yetişkinler gibi kibarlık maskeleri altına gizlemeden iletmekte tereddüt yaşamıyorlar. Bu nedenle onların kitabı kucaklaması bana cesaret verdi. Okuduklarıyla bağ kurabildiklerini, şaşırdıklarını ve etkilendiklerini söylediler hep. Bir yazar olarak bundan daha büyük bir motivasyon düşünemiyorum.
Gerçeküstü anlatımın hâkim olduğu, fantastik metaforik arasında duran öykülerinizde özellikle zaman kavramını eğip büktünüz. “Rüyalarımın Kadını” öyküsündeki karakter, takıntılarla örülü dünyasında, hayalinde yarattığı bir kadınla yaşıyor. Hayaller bazen gerçekleri görmemizi engeller mi? “Rüya Tekerleği”nde olduğu gibi karanlık bastırdığında çıkagelen rüyalar âlemi, gerçek dünyamızdır belki de. Ne dersiniz?
Rüyalar ve hayallerin yaşadığımız hayatın bir parçası olduğunu ve bildiğimiz anlamdaki gerçekliği de eğip büktüğünü düşünürüm. Bu hisse ilk Jack London’ın Âdemden Önce kitabını okuduğumda kapılmıştım. Sanırım ortaokuldaydım ve “hangisi gerçek” önermesi beni sarsmıştı. O günden beri rüyalarımı anlamlandırmaya, şifrelerini çözmeye çalışıyorum. Bilinçaltının bize verdiği işaretler olarak yorumluyorum rüyaları. Yazmak da bir anlamda bilinçaltına ulaşabilecek yolları bulmak. Yazarken de uyurken de o gizemli bölgeye erişme şansımız var. Gündüz aklımızda öteleyip durduğumuz ne varsa gece onlarla yüzleşiyoruz. Aslında hepsi bir bütünün parçaları. Bazıları bile isteye seçtiklerimiz, diğerleri inkâr ettiğimiz, görmezden geldiğimiz, bastırdığımız gerçekler. İşte belki de bu nedenle hayaller bazen o kadar gerçekmiş gibi yer ediyor ki zihnimizde, gözümüzün önünde olup biteni kaçırmaya başlıyoruz.
Zaman konusu da önemliydi benim için. Başta çok bilinçli bir tercih olmamakla birlikte, o dönemde yazdıklarımın benzer dertlerle ortaya çıktığını gördüm. Yazdıkça, doğrusal ve döngüsel zaman meselesi kitabın önemli bileşenlerinden biri hâline geldi.
Yaşam her birimiz için aynı tekdüzelikte ilerliyor. Nehir kendi yatağında, olağan hızında akarken çoğu kez bunun farkında olmuyoruz. Ama sizin karakterleriniz öyle değil. Uçlarda yaşayan, ayrıksı, çılgın, farklı… Kimisi o çemberi kırıp çıkmış, kimisi farklı baş etme yolları geliştirmiş, kimisi gözünün önündekini görmemekte ısrarcı. Bakış açılarının farklılığından doğan anlatım olanakları dilinize nasıl bir zenginlik katıyor?
Her metnin kendine özgü bir dili olduğuna inanırım. Anlatacağım şey diliyle birlikte belirir zihnimde. Beni cezbeden, yazmaya iten de bu aslında. Anlatmaya değer olan yalnızca fikir değil, etkisi ve dili de bunun bir parçası. Yazmaya başladıktan sonra metnin müziğini duymaya çalışırım. Her sözcüğün doğru yerde doğru sesi bulmasını beklerim. Dil metnin içinde belirmeye başladığında anlatı da kıvamını bulur, ileri doğru akmaya başlar. Bu nedenle farklı bakış açıları, farklı durumlar, farklı insanlar kendilerine özgü bir anlatım biçimiyle ortaya çıkmıyorsa kendimi tekrar ettiğimi düşünürüm. Birbirine benzer şeyleri okumaktan ne kadar sıkılıyorsam yazmaktan da o denli sıkılıyorum. Beni heyecanlandıran şeylerin peşinden gidiyorum. Onları kâğıda aktarmaya çalışıyorum. Üstelik dilimiz bu kadar zenginken sınırlarını zorlamaya çalışmadan yazmanın anlamı yok diye düşünüyorum.

Öykülerinizde öne çıkan bir diğer unsur da insan ve mekân ilişkisi. İkisi de birbirini biçimlendiriyor, tanımlıyor, değiştirip dönüştürüyor. Örneğin öyküde bir karakteri uzun uzun anlatmak yerine onu yaşadığı mekân üzerinden betimlemek mümkün. Bu konuda bir mimar ve öykücü olarak neler söyleyebilirsiniz?
Mekân, nesneler ve beş duyu anlattığım her şeyi besliyor ve doğrudan anlatım tuzaklarına düşmemi engelliyor. Mimarlıkta da edebiyatta da her şey insan için tasarlanır. Hem konforlu, fonksiyonel alanlar/anlatılar yaratmak hem de estetik bir haz uyandırmak ikisinin de temelini oluşturuyor. Bu nedenle yazdıklarımda mekân anlatının ayrılmaz bir parçası benim için. Yaşadığımız, uzun süre vakit geçirdiğimiz yerler bizim özelliklerimize göre şekillenir. Bir koltuğu salonda hangi duvarın önüne yerleştirdiğinizden duvara hangi resmi astığınıza kadar her şey sizinle ilgili bir şeyler söyler. Renk seçimleri, düzenleme tercihleri, mobilya türü, kişisel eşyalar; bunların hepsi orada yaşayanla ilgili ipuçları verir. Üstelik farklı duygu durumlarında aynı mekânı farklı şekillerde algılayabiliriz. Bu da karakterin ruh hâlini mekân üzerinden kolaylıkla anlatabilmeyi sağlar. Yaşarken her şeyi beş duyumuzla algılarız ama ne yazık ki anlatırken yalnızca görselliğe takılır kalırız. Oysa dünya kokusuyla, rengiyle, dokusuyla, sesiyle de nakşolur zihnimize. Yazarken bütün bunları kullanmayı seviyorum. Elbette bunda mimarlığın etkisi büyük. Ayrıntıları görmeyi, anlamlandırmayı, parçadan bütüne, bütünden parçaya ulaşmayı bilince onlarca öyküyle sarmalandığımızı fark etmemek mümkün değil.
Bir önceki kitabımda (En Çok Onu Sevdim) bunu hangi noktalara kadar taşıyabileceğimi görmek istemiştim ve bu nedenle romanı tamamen mekân ve nesneler üzerine kurdum biliyorsunuz. Bunlar üzerinden bütünlüklü bir dünya algısı yaratmaya çalıştım. Mekânla oynamayı ve onu bir karakter gibi metne yerleştirmeyi seviyorum.

“Nehir” öyküsünde Unutuş ırmağı Lethe ile kayıkçı Kharoon mitini, “Sonsuz Aşk”ta Patrick Suskind’in Koku romanını, “Akşamları Işığı Yanan Evler”de Kim Ki-duk’un Boş Ev filmini anımsadım. Belki, doğrudan böyle bir gönderme yapmadınız, bir okur olarak benim metne yüklediğim anlamın bir sonucudur bu yorum. Bu noktada metinlerarasılığı kullanarak okurlarınıza farklı koridorlar açmak konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bazıları bilinçli, bazıları bilinçsiz yaptığım pek çok gönderme var öykülerde. Okuduklarımızdan veya izlediklerimizden etkileniyoruz ve onların tortusunu yazdıklarımıza taşıyoruz. Bunun metinleri zenginleştirdiğini düşünüyorum. Bunu fark eden dikkatli okur için yeni bir katman açılıyor öyküde. Başka bir hikâyenin izdüşümü okunmakta olana katılıyor ve öykü çoğalıyor. Okurken de böyle şeyler yakaladığımda mutlu oluyorum.
Nehir’deki gönderme elbette bilinçli, baştaki epigrafta da bahsi geçen Styx nehri öyküyü yazarken hep aklımdaydı ve ben de onun akış yönünde ilerledim. Bana yol gösterdi diyebilirim. Bahsi geçenlerin dışında göndermeler yakalayanlar da oldu öykülerde. İlginç tarafı, bazılarını bana söylendiğinde fark ettim. Zihin ve bilinçaltı bazen bize öyle oyunlar oynuyor ki hangi çağrışımın farkında bile olmadan bizi nerelere sürüklediğini bilemiyoruz bile. Son öyküdeki (“Durmuş Saatler Dükkânı”) Proust göndermesi üzerine yazı yazanlar bile oldu. Hepsini heyecanla karşıladım ve koşulsuz kucakladım.
“Hayatım Roman” öyküsündeki editör-yazar mektuplaşması bir atölye çalışması gibi; çok ve uzun yazmanın, her detayı anlatmanın hatta yaşanan her şeyi olduğu gibi aktarmanın edebiyat olmadığına iyi bir örnek. Peki, iyi edebiyattan bahsedecek olursak, Sevgili Suzan Bilgen Özgün’ün son öykü kitabı Maviydi Beklenen’in editörlüğünü yaptınız. Öykü anlayışını bildiğiniz, tanıdık bir edebiyatçının editörlüğünü üstlenmek nasıldı? Öyküleri geliştirirken nasıl bir yol izlediniz, bu alandaki deneyiminizi bizimle paylaşır mısınız?
Editörlük ülkemizde maalesef bir çeşit düzeltmenlikten öteye gitmiyor. İyi ve yaratıcı editörlük yapabilen biriyle yolunuz kesiştiyse çok şanslısınız. İyi bir editör kitabınızı bir üst seviyeye taşıyabilir, size yol açabilir. Avrupa ve Amerika’da yaratıcı editörlük denen bir kavram var biliyorsunuz. Yazar, yazmaya başladığı andan itibaren editörüyle bire bir çalışmaya başlıyor. Onun yazarlığını iyi bilen editör, sınırlarını zorluyor ve tıkandığı yerlerde önünü açıyor. Bunlar bizim için şimdilik uzak hayaller. Ama üzerinde çalıştığım kitaplarda kısmen de olsa bunu yapmaya çalışıyorum. Zaten atölyelerde de benzeri bir çalışma yürütüyorum. İyi tanıdığım kalemleri daha iyisini yazmaya yönlendirmeye gayret ediyorum. Sevgili Suzan Bilgen Özgün’le çalışmak büyük bir şanstı benim için. Yazarlığını ve dilini çok iyi bildiğiniz birinin yazdıkları üzerinde çalışmak çok daha kolay ve keyifli. Zaten oturmuş ve yetkin bir dili ve incelikli bir öykü evreni olan bir yazar. Benim tek yaptığım bunun sınırlarını genişletmeye yardımcı olmaktı. Biliyorsunuz, insan yazdığına körleşebilir, bazen bir cümlenin altında sonsuz olanaklar yatarken bunları görmeden geçebilir. Diline ve öykü dünyasına müdahale etmeden, yazarın kendi sesine dokunmadan metnini daha yukarı taşımasına yardım etmeye çalıştım. İşe yaradıysa ne mutlu bana.
Mimarsınız, deneyimli bir öykü yazarısınız, atölyelerde yeni yazmaya başlayanlara eğitmenlik yapıyor, ortak kitaplar, seçkiler ve dergilerde yazmayı ihmal etmiyorsunuz. Ayrıca sosyal medya hesaplarınızda, kendi yazma deneyimizden edindiğiniz ipuçlarını paylaşıyorsunuz. Bilginin ve edebiyatın paylaşıldıkça çoğaldığına inananlardan mısınız? Çok yönlülük, üretkenliğinizi ne ölçüde besliyor?
Hepsinin birbirini beslediğini düşünüyorum. Vaktimin tamamını okumakla, yazmakla veya bahsettiğiniz şekillerde bunlar üzerine kafa yormakla geçiriyorum. Bu deneyimleri aktarmak, paylaşmak beni mutlu ediyor. Kesinlikle bilginin paylaştıkça çoğaldığına inanıyorum. Dersler ve seminerlerle edebiyatı seven başka insanlara ulaşabiliyorum. Hepimiz birbirimizden bir şeyler öğreniyoruz. Bu tempo beni bazen yoruyor elbette ama her sabah uyandığımda çocukluğumdan beri tutkum olan şeyi yapacağımı biliyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Gücüm yettikçe hepsini ve daha fazlasını yapmak istiyorum.
Son soru, sözcüklerin bir sesi, tınısı, ahengi vardır da bir dokusu, tortusu, rengi olduğunu düşünüyor musunuz? Sırada ne var, süzülmüş, demlenmiş, tortusu dibe çökmüş sözcükler bu kez nereye götürecek sizi?
Sözcüklerin gücüne sonsuz inancım var. Doğru zamanda, doğru yerde kullanılan tek bir sözcüğün bile bir şeyleri değiştirebileceğini düşünüyorum. Bu nedenle, evet, seslerinin yanı sıra dokuları da var, tortuları da, renkleri de. Yazarken bütün bunları duymaya, görmeye çalışıyorum. Sözcüklere ne kadar itinayla yaklaşırsanız o kadar açıyorlar kendilerini size. Onlara dokunabilmek, çağrışımlarını duyabilmek ve zihnimizde bıraktıkları tortuyu hissetmek gerek. Bir sözcüğün yalnızca doğru olması yeterli değil. Aynı anlama gelebilecek onlarca sözcüğün arasından tam da oraya uygun düşeni bulmak aslında yazmak.
Şu ara sözcüklerle aram iyi. Üzerinde çalıştığım iki ayrı dosya var. Biri roman, üstelik farklı bir dil evrenine açılan bir roman. Umarım altından kalkabilirim. Diğeri ise bu kez daha farklı öyküler. Bambaşka bir bakış açısıyla, başka dertleri, farklı söylemlerle dile getiren öyküler üzerinde çalışıyorum. Bakalım neler olacak ben de merak ediyorum.