Can Aşır

Şehir merkezinden kırk kilometre uzaktayız. Küçük bir arazide derme çatma kurulmuş çadırlarda kalıyoruz. Tahmini kırk veya kırk beş kişiyiz. Sayıyı tam olarak bilmiyorum ama geçen hafta bir kişi eksildik. O günden beri kimsenin neşesi kalmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse eskiden de pek neşeli sayılmazdık.

Saat gecenin on biri. Her yer zifiri karanlık. Çadırların uzağında bir taşın üzerinde otuyorum. Her yanım birinci dereceden güneş yanığı. Yaz akşamlarının tatlı serinliği vuruyor tenime. Biraz da olsa ferahlıyorum. Geçen haftadan beri her gün buraya geliyorum. Birkaç sigara içip, her yaz çektiğim çileyi düşünüyorum. Anam ya da babam göbek bağımı tarlaya gömmüş olacak ki yazları başka diyarların tarlasında çalışır buluyorum kendimi. Gerçi üç beş gündür kendimi bile unutmuş gibiyim. Hiç tadım tuzum yok. Yaktığım her sigarada sadece Fırat’ı düşünüyorum.

Geçen hafta, her zamanki gibi günün ilk ışıklarıyla uyanmıştık. Birazdan bizi alıp götürecek kamyonet için hazırlanıyorduk. Çok sürmeden kamyonet takır tukur sesler çıkararak araziye yanaştı. Şoföre selam vererek kamyonetin arkasına doluşmaya başladık. Daha gelmeyen ırgatlar vardı. Her sabah yaptığı gibi uzun uzun kornaya bastı şoför. Uyuya kalanlar için sabah alarmıydı bu ses. Irgatlar uykularını bölen bu sese küfürler ederek kalkardı. Sonra yüzlerini bile yıkamadan koştur koştur kamyonete binerlerdi. O gün de bozulmamıştı bu gelenek.

Kamyonet, arkasında toz bulutları bırakarak yola koyulmuştu. Çalışacağımız tarla kaldığımız yerden yirmi dakikalık uzaklıktaydı. Bu zamanı herkes farklı bir şekilde değerlendiriyordu. Yanındakinin omzuna yaslanıp uyuklayan da vardı, sabah sabah yanındakiyle bağıra çağıra konuşan çenesi düşük olanlar da. Benim de gözüm Dicle’ye takılmıştı. Çocukcağız, kendisinden üç yaş büyük abisinin yanına kedi gibi sokulmuş, kamyonetin ezip geçtiği çakıllı yollara dalmıştı. Bunların bir de üç yaşında kardeşi vardı.

Dicle kardeşine gözü gibi bakardı. Tarladan döndükten sonra bir dakika olsun yanından ayırmazdı. Bazı zamanlar kardeşini sırtına bağlar öyle çalışırdı. Kardeşini hastalandığından beri çadırda bırakıyor, komşu çadırda kalan Gülizar teyze göz kulak oluyordu.

Birkaç gündür babaları hiç ortalıkta gözükmüyordu. Abisi ve küçük kardeşiyle bir başlarına kalmışlardı.

Abisiyle tarlada çalışırken bir ara uzun uzun sohbet etmiştik. Başlarına gelen musibetleri çat pat Türkçesiyle anlatmıştı.

İki sene önce Suriye’deki evlerine bomba düşmüş. Bomba düştüğünde yalnızca annesi varmış evde. Kadıncağız oracıkta kaybetmiş hayatını. Konu komşu yardımıyla enkazı kaldırmaya çalışmışlar. Anca bir hafta sonra ulaşabilmişler annesinin parçalanan bedenine. O zamanlar on yaşında olan Dicle, annesini öyle görünce feryat figan koparmış. O günden sonra lal olmuş. Ne yapıp ne etmişlerse bir türlü konuşturamamışlar Dicle’yi.

Üç kardeş bir baba yersiz yurtsuz kalmışlar savaşın ortasında. İlk önce Urfa’ya gelmişler. Daha önce savaştan kaçan akrabalarının yanına yerleşmişler. Orada da sıkıntılar baş gösterince Avrupa’ya gitmenin yollarını aramışlar. Babası zar zor bir kaçakçı bulmuş. Ellerinde kalan üç beş kuruşu da ona kaptırmışlar. En son buraya gelmişler çalışmaya.

Çalışacağımız tarlaya varmıştık. Güneş tam tepemizde her yanımızı cayır cayır yakıyordu. Dün geceden hazırladığım buzlu suyumu daha öğlen olmadan bitirmiştim. Ne kadar içsem o kadar ufak su dökmek için ağaçların arkasına gidiyordum.

İşte o gün.

Akşamüzeriydi. İş dönüşü, kamyonetin arkasında otururken neredeyse kasıklarım patlayacaktı. Utanmasam uçkurumu çözüp yol boyunca işeyecektim. Kamyonet, araziye takır tukur yanaşınca, bu sefer kamyonetten ilk atlayan ben oldum. Etrafı mavi brandayla çevrilmiş tuvalete koştum. Kuyusunu ben kazmıştım bu tuvaletin. Aceleyle uçkurumu çözdüm. Gözlerimi tavana dikerek şarıl şarıl işemeye başladım. Uçkurumu kapamak için aşağı bakınca fark ettim. Tuvaletin toprağı çökmüştü. Karartıların arasından ay gibi bir şey parlıyordu. Merak edip biraz eğildim. Alnına kadar bokun içine batmış bir çocuk. Bir elini yukarı kaldırmış bir vaziyette can vermiş. Olduğum yerde dona kalmıştım. Arkamdan gelen başka bir ırgatın sarsmasıyla kendime geldim. Bok çukurundaki çocuğu o da görmüştü. Birlikte çocuğu kuyudan çıkardık. Atletimle yüzündeki bokları temizledim. Fırat’tı bu. Telaşımızı duyan diğer ırgatlar da çabucak etrafımıza toplandılar. Fırat’ı gören herkes hüngür hüngür ağlamaya başladı.

O sırada Dicle çadırın içine bir girip bir çıkıyordu. Aradığı bir şeyi bulamamış gibiydi. Sonra bizi gördü. Yüreği ağzına gelmiş bir şekilde yanımıza koştu. Kalabalığın arasından kardeşinin yerde yatan cansız bedenini gördü. Saçlarını yolarak, kendini döverek ağlamaya başladı. Kardeşini kucağına aldı. Boka batmış bedenini, kınalı elleriyle temizliyor, temizlediği yerleri öpüyordu. Dicle “Fıraaaaaaatt! Fıraaaaaat! Rabe bremın. Kurbana te bım rabeee!”[1] diyerek feryat figan ediyordu.

Kızcağızın dilini bir acı kaparken başka bir acı çözmüştü. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Bu çaresizlik bizi olduğumuz yere çivilemişti.

Can Aşır


[1] Kalk kardeşim. Kurban olayım kalk!