Arakçılar (2018), Hirokazu Koreeda’nın ses getiren filmlerinden biri. Filmin başında gecekonduda yaşayan beş kişilik yoksul bir ailenin küçük hırsızlıklar yaparak geçinmenin yolunu bulduğunu gören izleyici, hırsızlık yapmanın ahlaki boyutunu düşünürken birden kendini aile olmanın ya da olamamanın kriterlerini sorgularken buluyor. Üstelik filmdeki baba ve oğul karakteri yaptıkları hırsızlıkların yaşamak için gerekli ve kaçınılmaz olduğunu savunuyor. “Marketteki eşyalar henüz kimseye ait olmadığı için alınabilir, dükkân sahibi iflas etmediği müddetçe bir problem yoktur,” gibi bir zemine oturtarak yapıyorlar bunu. Bu bağlamda izleyici suç ve ceza felsefesi üzerine düşünmeye başlıyor.

Film ilerledikçe aslında bu aile fertlerinin arasında kan bağının olmadığı da anlaşılıyor. Sonrasında aileye, annesi ve babası tarafından şiddet gören, adeta yok sayılan minik Yuri de katılıyor. Peki ya kan bağı olmayan, yaşları birbirinden farklı bu insanları bir araya getiren şey ne? Filmi izledikçe anlıyoruz ki aile şefkatini odağa alan bir varoluş arayışı bu. Yönetmen Koreeda şefkatin, merhametin, hoşgörünün, insanı sevmenin kan bağıyla olmasına gerek olmadan da gerçekleşebildiğine işaret ediyor. Biyolojik ailenin başaramadığı kadar hoşgörü ve merhamete sahip sonradan oluşturulan bu aile, “işte aile dediğin tam da böyle olmalıdır” hissiyatı veriyor. Osamu ve Nabuyo karakterleri şefkat duygusunun anne, baba olabilmenin baş şartı olduğunu vurguluyor. Filmin afişinde de yer verilen sekansta, deniz kenarında bir arada olan, birlikte eğlenebilen, keyifli bir eylem için emek harcayan mutlu aile bireylerini görüyoruz. Mutlu olabilmenin sırrının tüm genel geçer kurallardan bağımsız, birlikte geçirilen anlarda gizli olduğunu anlıyoruz.

Peki ailemizi biz seçersek ne olur?
Hirokazu Koreeda, filmin sonuna doğru toplumda son sözü söyleyen otorite konumundaki devlet kurumunu devreye sokuyor ve şu durumda devlet kurumlarının ve cezai yaptırımların beklenilenin aksine bu kutsal insani ilişkiye gölge düşürdüğü görülüyor. Küçük Shota’nın hırsızlık yaparken yakalanması, büyükannenin ölümü, açığa çıkan suçlarla birlikte Nobuyu’nun tutuklanıp hapse girmesi yapay ama samimi bu ailenin parçalanmasına sebep oluyor. Otoriter kurumların devreye girmesiyle, suç ve ceza bağlamında adeta bu küçük aile tarumar oluyor. Zira, Ursula Le Guin’in “Bir hırsız yaratmak için bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız yasalar koyun” sözü tam da bu durumu destekleyen bir tespit olarak karşımıza çıkıyor. Psikoloğun Yuri’ye çizdirdiği resimde kendi ailesini değil de mutlu olduğu bireyleri resmetmesi kurumsal ve resmi olanın insani ilişkilerde bir otorite olamayacağının kanıtı adeta. İşte tam da bu noktada, “Aile nedir? Devletin aile kurumuna yaklaşımı her koşulda doğru mudur?” sorularıyla karşı karşıya kalan izleyici, Yuri’nin devlet tarafından tekrar biyolojik ailesine verilmesinin ve tekrar aynı acıları yaşayacak olmasının yarattığı hisle kendini tekrar aynı paradoksun içinde buluyor.
Hirokazu Koreeda ekonomik, siyasi ve sosyal normların da ötesinde masum bir hikâye sunuyor bize. Film sakin ve yalın bir anlatıma sahipken alt katmanda verdiği mesajlarla izleyiciyi tersyüz edip ahlaki ve vicdani sorgulamalara itiyor. Birilerinin sorumluluğunu üstlenmenin iyi niyet ve özveri gerektirdiğini düşünürken, toplumsal normların ve otoritenin ne denli saçma olduğunu fark etmemize de neden oluyor. Günümüz modern çağında hâlâ kutsal sayılan ama bir o kadar istismara ve sömürüye açık aile kurumunun, suç ve ceza tanımının tekrar elden geçirilmesi gerektiği tezine inanmaya itiyor bizi Arakçılar.
Gülay Gökçen