Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Tuğba Gürbüz

Esme Aras (Fotoğraf: Hülya Avdan)

Anlatma İhtiyacı

Henüz oldum mu, bunu bilmem şimdilik olanaksız. Bu sorunun yanıtını -kendime- nasıl verebilirim? Belki sorular sorarak ilerleme kat edebilirim.

Yazıyorum, evet, kitaplarım da var ama henüz gerçek bir yazar sayılır mıyım? Yazar olmanın bir eşiği varsa eğer, ben o eşikten nerede ve nasıl atlamış olabilirim? Sanırım yıllar içinde bu alandaki ısrarıma, istikrarıma, yazdıklarımın iyi olup olmadığına bakarak okur dediğimiz kimse karar verecektir buna.

Yazmaya nasıl başladığımı düşündüğümde aklıma gelen birkaç şey var tabii. Dilerseniz kısaca onlardan bahsedeyim.

Neden yazıyorum ya da yazma ihtiyacım nereden ileri geliyor, sorusunu kendime sorduğumda bunun birden çok nedeni olabilir: Bir iz bırakmak, ölüme meydan okumak, ölümden sonra da yaşamak, kalıcı olmak… Hadi canım! Böylesi bir bilinçle yazmaya başlamadım ben. Ama derinlerde bir anlatma ihtiyacı hep vardı.

İnsanın yazmak için önce kendi içine bakması gerekiyormuş. İçindeki derinliğe baktığında orada ne görüyorsun? Ne gördüğün ve ne duyduğun önemlidir, çünkü yazacaksan anlatacak sözün de olmalıdır. Nasıl algıladığımız ve bizde kalan tortuyu yontarak nasıl aktardığımızla ilintilidir bu.

Çocukluğumdan itibaren sayılarda değil sözcüklerde başarılıydım. Duyguları, hayalleri, ayrıntıları ve bakış açılarını önemsedim. Eğitimimi de yeteneklerim doğrultusunda, Sosyal Bilimler alanında tamamladım. Günlükler tuttum, uzun uzun mektuplar yazdım. Sadece kendime yazdığım metinlerim vardı.

Aslında beni yazmaya yönlendiren ilk isim, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Türk basınının değerli kalemi Bekir Coşkun’dur. Henüz tıfıl bir mezunken, onun asistanı olarak neyi nasıl yapacağımı pek de bilemezken, içimdeki yazma ışığını fark etmemi sağlamıştır. İlk yazma seminerlerini kendisinden aldığımı söyleyebilirim. Fakat zaman ilerledikçe onun küçük bir kopyası olmaya başladım ve o günlerde sevgili yazarım Necati Tosuner’in “Kendine bir yazar seç ama ondan farklı ol,” sözünü henüz bilmiyordum. Bir ayrıma geldiğimi anladığımdaysa kendi yolumu çizebilmek, iç sesimi kurabilmek, üslubumu ve yazdıklarımın türünü belirlemek amacıyla yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldım. Atölyelerde öğrendiğim kısaca şuydu; kalemim kısa öykü türüne yatkındı ve görmesini bilirsen odağında insan olan öyküde tema her yerde karşına çıkabilirdi.

Peki, atölyeler bir insanı yazar yapabilir miydi?

Elbette, yazarlığın öğretilemeyecek yönleri olduğunu bilerek katılıyoruz o derslere. Üniversitedeki hocalarımdan dil bilimci Emin Özdemir, “düş gücü, duyarlık, sabır ve yazma cesareti”nin yazarlığın öğretilemeyecek yönleri olduğunu söylemişti. Öğretilebilen yönü ise iyi metinler oluşturabilmekti. Homeros’tan bugüne el atılmamış hiçbir konu kalmamış, hemen hepsi yazılmışsa, o halde ben ne yazacaktım? İlk anda bana düşen bizden öncekilerin izine bakmak ve o ize basarak ilerlemekti. Sonrasında beslendiğim alanları belirlemek, algı kapılarını açık tutmak, imge oluşturmak, bilinçaltıma kaydettiğim öğeleri geri çağırırken canlandırma ve hayal etme gibi öğelere baş vurmaktı. Yaşamın bendeki kalıtlarını kendimce yeniden söyleyebilmenin bir yolunu bulmaktı. Çoğunluğun göremediği, işitemediği ayrıntıları seçip almak ya da hayatın tekrar eden yönünü farklı bir bakış açısı ve üslupla dile getirmek beni farklı kılabilirdi. Artık “İç dökmelerin vaktinden geçme”nin sırasıydı, hatta salt anlatıcı olmaktan öte, devreye edebi kaygılar da girmeliydi. Sonuçta atölyelerde fazlalıklardan kurtulmayı, metinlerimi sadeleştirmeyi öğrenirken, bir yazma ve okuma disiplini de geliştirdim.

Sonrasında dergiler, ortak kitaplar ve seçkilerde yer aldım. Üyesi olduğum Egeli Kadın Yazarlar Platformu’nun projelerine katıldım. İlk öykü kitabım, bu uğraşılardan sonra doğdu. İyi bir öykücü olma yolundaki ilk adımlarımı böylece atmış oldum.

Bir yandan Ankara Hürriyet’e edebiyat röportajları hazırlıyordum. Yazarlığım röportajcılığımı besledi, röportajlara hazırlanmak için yazarların eserlerini incelerken kendi metinlerime de farklı bir gözle bakabilmeyi öğrendim. Bu sayede çoğaldım, zenginleştim. Ardından ikinci öykü kitabım raflardaki yerini aldı.

Evet, bir süredir yazıyorum ve dünyayı bir kadın olarak deneyimliyorum. Evlat, kardeş, sevgili, eş, yazar kimliklerime ait roller ve sorumluluklar birbiriyle çakıştığında yeteneklerimin farkına varıyorum. Şartlar beni planlı programlı olmaya zorladığında -ki bunu annemin hastalığını yönetmeye çalışırken ziyadesiyle deneyimledim- stres altında çalışabiliyor, aynı anda birden fazla işi yapabiliyorum. Yazarken alınan bir haz duygusu var, o anda hiçbir şeyin bunun önüne geçmesini istemiyor insan. Ama hayat bunu bir çırpıda söylemek kadar kolay yaşanmıyor maalesef, her koşulda üretmeye gayret ediyorum. Dil arayışım ve üslubumu oluşturma konusundaki kaygılarım elbette ki devam ediyor, edecek ve etmeli de. Kendini bilmeye, insanı anlamaya doğru götüren bir yol bu. Öyle seziyorum ki daha anlatacaklarım var. Hepimizin kafasında dönüp duran hikâyeleri var, paylaştığı ya da kendine sakladığı…

Sonuçta, edebi kaygılar olsun ya da olmaksızın hepimiz aynı yere varıyoruz, anlatma ihtiyacına! İşte, o noktada kalemimi iyileştirmeyi kendimden esirgemeyi düşünmüyorum.

Esme Aras