“Ajurnamat!” Değiştiremeyeceğin şeyler için üzülme.

“Olmuşla ölmüşe çare yok” gibi, bir bakıma kaderci. Yaşlı annenin ölümü karşısında Pukajaak söylüyor. “Hayatın gerçeği.”

İnuitlerin dünya görüşünü özetleyen bir ifadeymiş bu. Üzerine basa basa İnuit diyorum, Eskimo’yu unutalım diye. Çünkü “Eskimo”nun tartışmalı ve kabul görmeyen bir tarihi var.

Kuzey Kutbu’nun birçok yerinde insanlar Eskimo’yu aşağılayıcı bir terim olarak görüyorlarmış. Bu terim daha çok, yerli olmayan, ırkçı sömürgeciler tarafından yaygın olarak kullanılıyormuş. Birçok insan bu terimin barbarlık ve şiddeti çağrıştıran, “çiğ et yiyen yerli insan” anlamında kullanıldığını düşünüyormuş. Kelimenin kesin olarak etimolojisi belli olmasa da antropologlar, Kuzey Kutbu yerli halkının Hristiyan olmadığından yola çıkarak kelimenin Latince excommunicati yani aforoz edilenler anlamına geldiğini öne sürmüşler.

Ama şimdilerde yeni bir teori varmış. Alaska Fairbanks Üniversitesi’ndeki Alaska Yerli Dil Merkezi’ndeki dilbilimcilere göre, Eskimo kelimesi aslında Fransızca esquimaux yani kar ayakkabılarını bağlayan kişi anlamına geliyormuş. Kar ayakkabısı bağları, Arktik halklarının kışlık ayakkabılarını, ahşap bir çerçeve boyunca ren geyiği veya diğer hayvanlardan sıkıca dokuma veya ağ örgüsü yaparak oluşturmasının son derece hassas bir yoluymuş.

Ancak bu etimolojik aklama teşebbüsü bile Eskimo kelimesini masum çıkartmaya yetmemiş. Kelimenin ırkçı tarihinden ötürü çoğu insan halen başka terimleri kullanmayı tercih ediyormuş. Bunlardan en yaygını ise basitçe “insanlar” anlamına gelen “Inuit”miş. Kişi anlamına gelen tekil ise İnuk’muş.

Kelimeye ait bu kadar gereksiz bilgi verip kitaba giremediğimi fark ediyorum.

Kısaca, “olur da bir gün Kuzey Kutbu’na turistik ziyaret gerçekleştirmeye karar verirseniz, Eskimo terimini kullanmayın,” diyerek satırlar arasına dönüp Uqsuralik’i dinlemeye hazırlanıyorum.

Bu kadar uzak bir coğrafyanın romanına nereden başlanır bilmiyorum. Uqsuralik isminden başlasam. “Tulukaraq, doğumumda verilmiş olan ve beyaz hayvan –hem Ayı hem de Kakım– anlamına gelen bu ismi ilk defa telaffuz ediyor.” (s.46)

Tulukaraq beni Ursula’ya daha da yakınlaştıracak şu sözleri söylüyor: “Zaten tuhaf birisin, yarı erkek yarı kadın; yarı yetim yarı avcı; yarı Ayı yarı kakım… Kimbilir daha ne olabilirsin?” (s.47)

Ama tıkanıyorum ve yazmayı bırakıyorum. Gece uykumdan ağır bir karın ağrısıyla uyanıyorum, kan yatağa bulaşmış. Temizleniyor, pedimi değiştiriyor ve ekran başına geçiyorum. Taştan ve Kemikten’in neden kanla açıldığını daha iyi anlıyorum sanki. Uqsuralik’in dediği gibi, “bizi hayatların buluşma noktası kılan kan” (s.164) beni sanki bu İnuk’a bağlıyor.

Orada uçsuz bucaksız Kuzey Kutbu’nun ortasında bir yerde genç bir kadın, yıldızlar altındaki yerini bulmak için buzdağlarının konuştuğu büyülü bir evrende bireysel büyüme yolculuğuna başlıyor. Onu ailesinden ayırıp tehlikeye atan buz parçası ile onu taşıyan kütle aynı. Bundan sonra vahşi doğa koşullarıyla tek başına yüzleşecek. Bir köpeği öldürecek, onu doğrayacak, derisini saklayacak, çevresindeki erkeklerle tilki kalıntılarını toplayacak. Devleri dinleyecek, tacize uğrayacak, Şamanla karşılaşacak, arzu duyacak, çocuğunu koruyacak, dans edecek, kâh avlanacak kâh av olacak, yalnız kalacak, doğum sancısı çekecek, korkuları olacak, ben gibi, benim gibi.

Onun bu geçişlerini, güçlenişini, büyümesini izlemek bana yaşadığım evrenin çok sesliliği içinde kadınlığın ortak duygularını hatırlatıyor. Bunu büyüleyici buluyorum.

***

Uqsuralik’in avcılığının İnuit kadınları için alışıldık olmadığını, kültürlerindeki kadınların da “kadın” kimliği yapıştırılmış dünyadaki diğer benzerleriyle hemen hemen denk görevleri olduğunu okuyorum:

“İnuit ailelerinde görev dağılımı son derece belirgindir: Erkekler avlanır, kadınlar ise bitki ve meyve toplar, balık avlar, çocuk bakar, evi temizler ve yemeği hazırlar. Avı parçalara ayırıp onu temizleme görevi de kadınlarındır.” (s.44)

Erkeğin görevini yapan kadının Arnaautuq-erkek kılıklı, kadınlara yardım edenlerin, Arnaautuq-kız kılıklı olarak adlandırılması da zihnime yerleşiyor.

Taştan ve Kemikten ilk kan, aileden kopuş, hamilelik, doğum, çocuk, kayıp, ölüm gibi insan hayatındaki keskin dönemeçleri mükemmel bir dil, muhteşem ezgiler ve şamanik ritüellerle anlatıyor.

Bérengère Cournut Taştan ve Kemikten’le 2019 Prix du Roman Fnac ödülünü kazanmış. Bir söyleşisinde, “Hayal gücümün özgürlüğünü Inuit kültürüyle buldum” diyor. Kitabı okudukça ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. İnuit kültürünü anlayabilmek, özümseyebilmek, yaşadıkları evreni hissedebilmek için hayal gücünün en derinlerine girmen gerekiyor. Yaşadığın evin penceresinden çıplak gözle seçebileceğin bir hayat değil.

İnsanın çevresiyle olan ilişkisine buzulların arasından bakıyor Cournut. Dünyanın benim tarafımda olanları için “aşırı” sayılacak bir iklimi, o çevre insanının gözünden anlatmayı çok iyi başarıyor. Neredeyse her koşulda hayatta kalma becerisine sahip olan İnuitler’in gözünden. Kitap boyunca Uqsuralik’in rehberliğinde, beni bilge ruhlarla, Şamanlarla, İnuit tanrılarıyla karşılaştırıyor, şarkılarla gündelik hayatına dâhil ediyor ve tüm bunları, katı mitolojik ya da teknik bilgilere boğmadan yapıyor. Yaşamın içinden, yerinde ve kararında seslenerek.

Bérengère Cournut

Uqsuralik’in yansıttığıyla, İnuitler’in çevresel koşullarına nasıl uyum sağladıklarını izliyorum. Cimri doğanın bu insanlara verdiği sadece taşlar ve kemikler. Her şeylerini, avladıkları hayvanların derileriyle yapıyorlar. Yaşam tarzlarıyla çevreleri arasında çok güçlü bir bağ var. Uqsuralik, bir köpeği yediğinde ya da doğuracağı çocuk için “umarım açlık yüzünden onu doğar doğmaz karın altına gömmek zorunda kalmam” diye düşündüğünde, o koşullar altında gaddarca gelmiyor bunlar. Benim vahşi dediğim hayat onun normali.

Canlılarla benimkinden farkı bir ilişkisi var. Ben zamanımı ren geyiği ve fok avlamakla geçirmenin ne demek olduğunu bilmiyorum ya da ellerim sürekli et, kemik ve yağ içinde değil. Hayatta kalmak için hayvanların kanlarını emmiyorum ya da etleri mayalandırmak için gömmüyorum. Göçebe olmak zorunda değilim, tanımadığım insanlarla yardımlaşmak, beraber ava çıkmak benim yaşam döngümde yok. Uqsuralik’in, dolayısıyla İnuitler’in hayatı güçlü ve zorunlu bir ortak yaşamı işaret ediyor. Bu ortak yaşam içinde, yardımlaşma kadar şiddet de normal gözüküyor. Örneğin bir kadının ya da yaşlı birinin büyük açlık/kıtlık zamanlarında birlikte yol aldıkları grubu rahatlatmak için intihar etmesi ya da grubun, yeni doğanları veya gençleri boğmaları bir İnuit için ne kadar normalse benim algılayışım için bir o kadar uzak ve imkânsız. Yani hem benden hem değil, hem çok yumuşak ve insancıl hem de çetin ve sert.

Kitabın sonsöz bölümünde, İnuitler’in topraklarına gelen “ciddi görünümlü, kalın kaşlı beyaz adamlar”ı okuyorum. Bu gezegende, gözleri kendisininkinden farklı insan topluluklarının, kültürlerin ve canlıların var olduğunu göremeyecek kadar kibirle örtülmüş insanlar…

Ve yolculuğumuzun sonunda yaşlanan rehberime son kez kulak veriyorum:

“Bu yaşlı halimle endişelenmiyorum. Uzun İnuit yaşamım boyunca gücün sessiz bir şey olduğunu öğrendim. Bize aktarılanı – tıpkı ezgiler, çocuklar gibi- içimizden geçip gittiğini, sonra da onu özgür bırakmamız gerektiğini anladım.” (s.174)

Uqsuralik ile birlikte onun dünyasını keşfederken, bu güçlü kadına karşı içimde duyduğum yakınlığın beni de güçlü kıldığını hissettiğimi söylemeliyim. Rita Felski’nin, “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı kitabında edebiyatın değiştirici gücüyle ilgili yazdıklarını tekrar hatırlatıyorum kendime:

“Benlik kendi üstüne düşünmeye dayalı bir hal aldıkça edebiyat da kişi olmanın ne anlama geldiğini keşfetmede can alıcı bir rol üstlenmeye başlar… İçebakış ve iç değerlendirmeye girişen karakterleri betimleyen roman bu yolla kendi okurlarını benzer kendini irdeleme edimlerine teşvik eder.”

Artık bu yazıyı bitirip uykuma geri dönebilirim. Eğer son bir alıntı yapacaksam, o da bu ezgi olmalı:

“Erkekler kafataslarıyla kemikleriyle
Tek savaşanın kendileri olduğunu düşünür,
Ama mücadele eden bedenlerinin gürültüsü
Her bir varlığın anne iskeletiyle sürdürdüğü
Daha eski bir mücadelenin hatırasından başka bir şey değildir”

Müge Koçak

Kaynaklar

Link 1

Link2