Miras, İskandinav edebiyatının son yıllarda sesi en fazla duyulan eserlerinden biri. Hem otobiyografik öğeler barındıran hikâyesi gereği hem de yayımlandıktan sonra, yazarı Vigdis Hjorth’un ailesiyle yaşadığı gerginlikler açısından hakkında epeyce konuşulmuş.
Romanın ana karakteri Bergljot’un kısa bölümler halinde bilinç akışı tekniği ile yazılmış hikâyesini, birinci tekil şahıs anlatısıyla okuyoruz. Sade ve akıcı diliyle, sarsıcı aile trajedisinin okur üzerindeki rahatsız edici etkisini yumuşatan klasik bir İskandinav edebiyatı örneği Miras.
Hikâyede, yirmi yıldır ailesiyle görüşmeyen tiyatro eleştirmeni Bergljot; babasının ölümü, annesinin başarısız son intihar denemesi, ailenin Hvaler’deki kulübelerinin dört kardeş arasında adaletsiz paylaşımının ardındaki olayların taş gibi ağır perdesini aralıyor.
Roman, odağına miras meselesini alsa da okuru asıl boğan Bergljot ve babasının ilişkisi. Ana karakterimiz beş yaşındayken babasıyla seyahatlere çıkıyor, güzel otellerde kalıyor ve çok eğleniyor. Sonra bir gün ikisinin arasında yaşananların normal bir baba-kız ilişkisi olmadığının ayırdına varıyor. Diğer yandan sığınabileceği, anlamasını ve avutmasını arzuladığı annesinden beklediği desteği göremiyor. Kız kardeşleri de Bergljot’un anlattıklarının gerçekliğini kabullenmiyorlar. Bergljot ve aile içi şiddete maruz kalan erkek kardeşi Bård kader birliği yapıyor ve aileden uzaklaşıyorlar.

Miras, Slavoj Zizek’ten bir alıntıyla okuru hikâyenin içine alıyor: “Bir şey yapmak zorundaysan bunu gönüllüymüşsün gibi yap.” Yazarın, uzun yıllar ağırlığını duyduğu sırrı, edebi bir eserle, lav gibi püskürtmesine anlam katıyor bu cümle. Bunca yıl sonra kendini bu itirafı yapmaya zorunlu hissediyor.
“Prøysen’ın Lambadaki Ardıçkuşu romanındaki Gunvor’ın şakağında bir yara izi vardır. O, sık sık bu yaraya dokunur, yarasını sevip okşar. Yaramı sevip okşuyor muydum ben?” (Miras, s. 277) Evet yarasını sevip okşuyor, hem de kırk beş yıl. Arkasını dönüp gitmiyor. Üzerini çamurla kapatmıyor.
Miras, 2016 yılında Norveç’te yayımlanıyor. Yazarın ailesi bir avukat aracılığıyla yayınevine ulaşıyor. Hjorth bu itirafı yapmaya o kadar gönüllü ki, yayınevi kitabı yayımlamaktan vazgeçerse internet üzerinden kitabı ücretsiz yayımlamaya karar veriyor. Kitap yayınevi tarafından yayımlanıyor. Akabinde de cinsel istismara uğramış kişiler tarafından bir #MeToo hareketi başlıyor. Kız kardeşlerinden biri, Hjorth’un anlatısını çürütecek nitelikte, aileyi tamamen farklı resmettiği bir karşı kitap yazıyor.
Bergljot’u haftada birkaç defa terapiye giden, alkole düşkün, yakın arkadaşlarının sorunları ile kendi dertlerini sağaltmaya çalışan, mutlu olabileceği evliliğini yürütemeyen, sevgilisiyle bile inişli çıkışlı ilişki yaşayan bir karakter olarak tanıyoruz. Babasının ölümünden sonra gündeme gelen miras yüzünden ailesiyle yaptığı anlaşmalı görüşmeler perspektifini değiştiriyor. Annesi ve kız kardeşleriyle daha sık bir araya gelmek durumunda kalıyor. Onları görmek Bergljot’u dönmek istemediği çocukluğuna geri götürüyor. Maruz kaldığı ensestin annesi ve kız kardeşleri tarafından kabul edilmemesi bir yana, duygusuz, bencil ve yıkıcı yakıştırması yapılıyor. Terapistinin yardımlarıyla travmasının üstesinden gelmeye çalışırken, kız kardeşlerinin davranışlarını da çözümleme arayışına giriyor. Anne ve babasından duyduğu sıkıntıya onların sahip olmamasını irdeliyor.
Bir diğer arınma yöntemi ise çamaşır yıkamak. Kısa bölümlerden biri neredeyse tamamen Bergljot’un dağ gibi çamaşırlar yıkaması, evin her tarafının kurumaya bırakılmış çamaşırlarla kaplı olması, onların toplanması ve başka çamaşırların yıkanmasını anlatıyor.
Hjorth, Knausgaard gibi çocukluk anılarıyla birebir örtüşen, karakterlerinin tamamının gerçek kişilerden alıntılandığı otobiyografik bir roman yazmadığını ısrarla belirtse de ana karakterinin yaşadığı psikolojik sarsıntıyı okura aktarmak için kendi alışkanlıklarından, deneyimlerinden alıntılara yer veriyor. Mesela Hjorth bir rüyalar günlüğü tutuyor, hatta rüyaya yatıyor bile diyebiliriz. Aynı şekilde Bergljot da rüyaları hakkında oldukça hassas. Onların etkisinde kalıyor ve tuhaf bir şekilde sevgilisi Lars’ın rüyalarının çok daha umutlu olduğuna karşı bir inanç besliyor, gece uyurken sevgilisinin sırtına dokunarak onun rüyalarının olumlu yansımalarını manyetik olarak kendine geçirmeye çalışıyor.
Roman karakterleri arasında sadece Bergljot değil psikolojik çözümlemesi yapılması gereken. Erkek kardeş Bård, anne ve baba başta olmak üzere kız kardeşler Astrid ile Åsa da yetiştikleri aile ortamının olumsuzluklarını bir şekilde kişiliklerinde barındırıyorlar.
Romanı politik olarak değerlendirdiğimizde yakışıklı babanın maddi gücünün onu vazgeçilmez kılması, pasif ve pek de güzel olmayan annenin bu güçten feragat etmek istemeyerek çocuklarının sıkıntılarını görmekten kaçınması, alt metinde iktidarı elde tutan güçlü ülke yöneticileriyle onları pohpohlayan sahte yandaşları simgeliyor.
Bergljot derinlik psikolojisinin kurucularından Freud ve Jung’un söylemleriyle kendi sorunlarına açıklık getirmeye çabalıyor. Arkadaşı Bo ile Saraybosna, İsrail, Filistin’deki yakın tarih savaşları üzerine konuşuyor. Bo, Freud’un psikanaliz sayesinde, insanın kendi içerisinde ne iyi ne kötü, bazı durumlarda iyi bazılarında kötü olduğunu, insanın her şeyden önce insani olduğunu ve insanların bu en temel koşulu reddetmesinin tehlikeli olduğunu öğrendiğini söylüyor. Freud’a göre medeni başarılar insanın gözünü körleştiriyor ve savaşta, başka zamanlarda atıl olan dürtüler ortaya çıkıyor. Medeniyet bir kenara bırakılıyor, insanlar kendi yalanlarına inanmaya başlıyor, düşmanın kötülüğünü abartıyor ve çıkarlarından çok tutkularına boyun eğdiklerini göremiyorlar. Bergljot, Freud’un savını, ailesiyle yaşadığı çatışmayla örtüştürüyor. Jung ise bilinçaltını kocaman bir tarih deposuna benzetiyor ve bu deponun bir parçası olan çocukluk odasının, büyüklük dönemlerine nazaran daha küçük olduğunu vurguluyor. Bergljot, Jung gibi, çocukluk odasından çıkmak istediğini haykırıyor.
Normal koşullarda aile bireylerini birbirine bağlayan, ilişkileri dengeleyici anne figürü, romanda bencil, güven duyulmayan, net olmayan, laf kalabalığı yapan bir anne olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle Bergljot, yaptıklarına rağmen, babasını daha net ve tutarlı buluyor.
Hikâye boyunca Bergljot, Festen ve Oğullar filmlerindeki karakterlerle, Woody Allen filmlerindeki kadın karakterler üzerinden kendisi ve aile bireyleri ile psikolojik eşleşmelerini yapıyor. Marina Abramović, “Rhythm 0” performansında insanın içindeki hayvanın ortaya çıkışını izliyor. Bu deneysel performansta Abramović masanın üzerine yetmiş iki değişik nesne koyuyor. Gül, tüy, zincir, makas, bıçak, tabanca… İzleyiciler bu nesnelerden birini kullanarak sanatçıya istediklerini yapabilecek. Amaç, insanların nereye kadar gidebileceğini ölçmek. Altı saat sonunda Abramović’in üzerinde gömleği yoktu ve deneye katılanlardan biri eline silahı tutuşturup “ateş et” diye kulağına fısıldıyordu. Performans bitiş zili çaldığında Abramović yerinden kalktı ve deneye katılanlara yaklaştı. İnsanlar ürküp kaçtılar. “Bana yaptıklarından dolayı bana tahammülleri yoktu” diyordu Abramović. Tıpkı Bergljot’un babasının kendisine ve Bård’a yaptıklarından dolayı, onlardan kaçması gibi.
Bu sarsıcı ve fakat düşündürücü romanın yazarı Vigdis Hjorth, dilimize çevrilen kitaplarıyla tanıdığımız Norveçli yazarlar Dag Solstad ve Per Petterson’dan ilham aldığını belirtiyor.
Peyman Ünalsın Gökhan