Clarice Lispector’un deneysel metni “Yaşam Suyu”[1] kendine özgü kullandığı imlâ ve vurgularla yazıda başka bir şekilde ifade edebilmenin yolları hakkında düşünmeye izin verir. Bu metin bir iç döküm metnini andırsa da sanıyorum onu bir tanıma yerleştirmek uygun olmayabilir. Çünkü yazar, metni hem konu hem de üslup açısından bir kalıba sokmaya izin vermeyecek bir yazma çabası içerisindedir. Belli temalar yakalayabilsek bile Lispector metnini bütünsel bir şekilde değerlendirme imkânı da tanımaz okura. Parçalı bir anlatımla anlamı sızdırmaya çalışır, ben dilinin devrede olduğu ve kelimelerin, cümlelerin akışa bırakıldığı bir üslupla karşılaşırız. Bu metni önemli yapan da biraz budur fikrimce çünkü metnin anlatısında benlik onayı beklenmez, yazarın meselesi daha çok kendilikle ilgilidir. Bunu ifade ederken bedenini, ruhunu, içinden sızanı bir tekniğe yaslanmadan yazmanın yolunu arar. Onun çabasından anladığımız, yazı otoritelerinin ne diyeceğini pek de umursamadığıdır. Şu örnekte (“her şeyin temelinde şükran var. Bu an var. Beni okuyan sen varsın”) olduğu gibi okurla ilişkiye geçtiği cümlelere rastlasak da yazar, okuru muhatap alan bir ilişki kurmaz. Metin daha çok yazının akışına okuru dahil eden bir yan taşır, burada okurla kurulan bağ yazarın dönüşümüne eşlik etmek, onunla birlikte düşünmek ve yazanın sesini dikte edici bir şekilde duymak yerine, o sese eklenmek gibi bir anlam taşır.

“Yaşam Suyu”nun anlatısında benlik yıkılır ve başka bir ben’e kapı aralanır. Ben’in içinden taşanların toparlanarak ama bir düzene uymadan ifade edilişini buluruz: “Hiçbir şeyi yönlendirmiyorum. Kendi kelimelerimi bile” diye yazar Lispector. Bu nedenle kitapta bir yön takip etmek zordur ve bana kalırsa metni farklı yere taşıyan unsurlardan biri de budur. Okur, anlamın verildiği kadarını alır, sezgilerini devreye sokar, yazarın cümlelerinde kaybolarak, belki de yazarla birlikte kendini metne kaptırır. Kaptırır çünkü yazar da anlatısını oluştururken kontrol edemediği bir yazma gücüne kendini kaptırmış gibidir.
Lispector kendisini kelimelerle yeniden doğurur, içinde olup bitenlerle olduğu şey olmaya kafa tutarak, başka bir ben inşa etmeye girişir. Böylece, kendiliğin hâkim olduğu, insanın en vahşi yanlarından en kırılgan konumlarına uzanan, yüzleşen, deliren, çizgiyi aşan, bir ben var etme biçimi olarak yazının işlevselleştirilmesine tanık oluruz. Bu nedenle “doğuş” metni yorumlayabilmek açısından da önemlidir çünkü bu kelime yazıyla birlikte yazarın kendi oluşunu da düşünmeye izin verir. Bu yazıyla doğuşta, başka türlerin de devrede olduğunu görürüz. Türler arası geçişlerle, başka varlıklarla etkileşerek yeni bir oluşa doğru uzanan bir yol olarak bile düşünülebilir bu. Çünkü yazar insan türünden bir canlı olarak varolmaktan pek hoşnut olmadığını açık eder, “bir hayvan olarak doğmamış olmak içimde hep gizli bir nostalji yaratır” der, bu nedenle yazarın kendi yeniden doğumunu yazıyla inşa edişinde, başka türlerin bedeniyle kendi bedeni arasında bir karşılaşma yaratmasına tanık oluruz: “Ayçiçekleri taçlarını yavaşça güneşe döndürür. Başaklar olgun. Ekmek tatlılıkla yeniyor. Dürtüm ağaçların kökleriyle birleşiyor.”
Buradaki birlikte oluş fikri bir özdeşleşmeden çok bir karşılaşmayı ve bunun sonucunda tarafların dışında gerçekleşen bir oluş durumunu hatırlatır. Deleuze ve Guattari’nin Melville’in Moby Dick’inde örneklediğini çağrıştırır. Daniel W. Smith’in[2] bu konudaki yorumunu anımsayalım:
“Kaptan Ahab ile beyaz balina arasındaki ilişki bir taklit, mimesis, sempati ya da hayali özdeşleşme değildir. Esasında Ahab, Moby Dick’leşir, kendisini Moby Dick’ten ayıramayacağı, balinayı vururken aslında kendini vurmuş olacağı bir noktaya ulaştığı bir ayırt edilmezlik bölgesine girer. Ahab’ın bir balina-oluş içinde olması gibi, balina da başka bir şeyleşir: dayanılmaz bir beyazlık, parıldayan saf beyaz bir duvar…”
Burada birinin diğerine dönüşümü değildir söz konusu olan, karşılaşma ve o ayırt edilmezlik bölgesine geçişle birlikte iki başka varlığın kesişiminin iki tarafta da bir şeyi değiştirmesini görürüz ve bu birbirlerinin dışında gerçekleşir. Bu Lispector’un yazıyla doğma çabasındaki kendilik meselesi hakkında da fikir verir. Smith şöyle söyler: “Rimbaud’nun ‘ben bir başkasıdır’ formülünde olduğu kendilik iki çokluk arasında bir eşik, bir kapı, bir oluştur.” Bu nedenle Lispector’un “Yaşam Suyu”ndaki kendilik sorunu tekliğe indirgenemediği gibi, farkların çoğulluğuna gönderme yapar diyebiliriz. Birlikte doğulan diğer varlıklarla bir özdeşleşmeden çok her farkın kendi olabildiği, farklı çokluklar arasında ortaklığı çağıran bir oluş hâli.

Lispector’un bu metninde yaşam vurgusu da epey önemli yer tutuyor ve doğum, başlangıç ânı ve yaşamı çağıran bir kelime olarak da vurgulanıyor. Ayrıca bununla ilgili olarak metinde, başlangıcı imleyen kelimelere de rastlıyoruz mesela, çekirdek ve tohum gibi, “anlardan meyvelerin suyunu çıkarıyorum. Çekirdeğe, yaşamın tohumuna ulaşmak için kendimden ödün vermeliyim. An yaşayan tohumdur.” An zamanın en küçük parçası, yaşam belki de anların toplamı, insan yaşamının bir ânı bir tohum, ekilip serpilmek, kendi gövdeni oluşturmak, dallanıp, yapraklanmak, başka anlarla bütünleşmek için bir başlangıç. Bu nedenle yazar, sana verili olanı aşmak, yeniden doğmak için an ve tohum arasında bir başlangıç ilişkisi yaratıyor.
Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki Lispector’un özellikle bu metninde yazıyı ve yazarı birlikte düşünebiliyoruz bu da bahsettiğimiz her şeyi yazı üslubuyla birlikte ele alabilmemizi sağlıyor. Çünkü metinde yazı, bir ânı alıp ondan serpilip gelişmenin imkânı olarak saçılan bir tohum gibi işliyor, kelimeler bir tohumun filizlenmesi gibi akışta kendi cümlelerini oluşturuyor ve sonuçta yazarın bedeniyle yazının gövdesi ortaklaşıyor. Lispector metin boyunca coşku duygusunu hiç kaybetmiyor. Bu nedenle metin varoluşçu bir tını içerse de yolunu hiçlikten çok yaşama sarılmaya, ondan farklı şekillerde haz almanın yolunu bulmaya, başka varlıkları devreye sokarak çoğalmaya çıkarıyor. Her ne kadar yazar dünyada acı çektiğinden, korkularından, dayanamadığından bahsetse de bir şekilde yaşamla ilişkilenmenin imkânı yaratılıyor. Bundan dolayı, metinde kaybolmayan bir yaşam coşkusu hissedebiliyoruz. Bu coşku sadece metnin anlatısında değil, yazı şeklinde de karşımıza çıkıyor. Neredeyse ritmik bir şekilde birbirine eklenen cümleler durmadan, umursamadan coşkuyla yazılmış duygusu veriyor.
Son olarak, Lispector’un güçlendirici bulduğum, yaşam ve yazı coşkusundan payımızı almak için şu cümlelere kulak verelim: “Üzgün olmayı reddediyorum. Her kim ki coşku dolu olmaktan ve bir kere de olsa o delice ve derin coşkuyu deneyimlemekten korkmazsa gerçeğimizin en iyi yanına sahip olacak. Ben -her şeye, her şeye rağmen- eğer sözcüklerle kavramazsam geçip gidecek olan şu anda coşku doluyum. Tam şu anda coşku doluyum çünkü yenilgiyi reddediyorum…”
Emek Erez
[1] Yaşam Suyu, Clarice Lispector, Çev. Başak Bingöl Yüce, 2016, Monokl Yayınları.
[2] “Saf İçkin Yaşam ‘Deleuze’ün Kritik ve Klinik Projesi’”, (2013), s. 36-37, (Çev. Emre Koyuncu), Norgunk Yayıncılık.
Emek hanım elinize sağlık gene harika bir yazı kaleme almışsınız