
Ne zaman gerçekleri anlatsam herkes kurmaca sanıyor. Ne zaman kurmaca anlatsam herkes gerçek sanıyor. Ben olanları anlatıyorum. Sadece olanları. Elif bir bira daha söyledi. Rüstem masanın üzerinde duran kitabımın kapağına bakıyordu. Benim aklım yataktaydı. Yataktaydık. Canım sigara çekiyordu. “Hayatındaki en maceralı olay neydi?” diye sordu. Cevap beklemeden, “Ben bir kere ped aşırmıştım, çok heyecanlıydı, ama yakalandım,” dedi. Alnına dökülen saçları parmaklarıyla bir tarafa topladı. “Nası salya sümük ağlıyorum kurtulmak için” dedi. Canım sigara çekiyordu. Hikâyesini bitirmesini beklemeliydim. Yataktaysak şuncacık hukukumuz olsundu. Biraz evvelki sessizlikten istifade kalkmalıydım. Yattığım yerden içsem, olmaz. Anlatmaya devam etmişti. Benim neydi diye düşündüm. Maceralı günüm. Macera neydi. Dışarıda işeyecek yer bulmaktı, o an o geldi aklıma.
Masadaydık. Elif “çok güzel olmuş kapak” diye gösteriyordu Rüstem’e. “Bak aynı Bülent gibi kambur, onun gibi şapkası var. Çok benzetmişler dimi?” Sesimi çıkarmadım. Rüstem de yalandan onayladı. Çişim gelmişti. Elif’in birası gelmişti. Birasını içmesini beklemem lazımdı. Şuncacık hukukumuz olsundu. Açık alandaydık. Montumun içine biraz daha gömüldüm. Tuvalet çok uzaktaydı. Muhtemelen sıra da vardı tuvaletin önünde. Herkesin mesanesi içtiği kahveler ve biralarla doluydu. Herkesin soğuktan mesanesi büzüşmüş, normalden daha fazla baskı yapıyordu. Sohbet nerelere gidiyor takip edemiyordum. Masadaki herkesin kitabı vardı. Yazar olarak. Herkes birbirinden nefret ediyor. Herkes birbirini seviyor. Sohbeti götürecek bir konum yoktu. Etkili bir belagatim de yoktu. Bana bakıyordu Rüstem’in arkadaşı Merve. Toparlandım. “Anlamadım,” dedim. “Anlatıda ara sıra yazarın sesini duymak,” dedi. Boş boş baktım. Cümlesine devam etmesini bekledim. Fark etti. “Arada yazar kendi sesini, kendi tecrübelerini katmış. Oralarda bir yerlerde ‘ben de buradayım’ demiş. Yine de kitap akıcı sevdim.”
“Teşekkür ederim,”
Çişe gitmeye üşeniyordum. Konuşmaya üşeniyordum. Dilim ağırlaşmıştı. Kafamda bir karikatür dönüyordu. Ressam tablosunu gösterip “nasıl olmuş?” diye soruyor. “Yoo çok güzel” diye cevap geliyor. Yoo mu? Biraz sesli güldüm galiba. Sigara paketime gitti elim. İçi boşalmıştı. Sonuncusunu Rüstem almıştı galiba. Sormadan. O kadarcık da hukukumuz olsundu. Biraz telefonumu kurcalayayım çaktırmadan da vakit geçsin dedim. Avukatımdan gelen mesajda karımın uzaklaştırma kararı çıkardığı yazıyordu. Geçtim. Insta mesajlarda “Vay demek, içmekten kalmıyormuş bizi aramaya vakit” yazıyordu. İçtiğimi nereden biliyordu ki. Mallığımdan. Elif fotoğrafımızı hikayesine eklemiş ben de geleni olduğu gibi paylaşmıştım. Kapattım. Twitter’dan gelen bildirilere baktım. “İshak Hoca tebrikler” yazıyordu kitap paylaşımımın altında. Sessizce küfredip kalp attım. Tam cevap yazacaktım ki telefonum çalmaya başladı. Kızım görüntülü arıyordu. Bu saatte uyumuş olması gerekirdi. Görüşme yapabileceğim müsait bir yer var mı diye etrafıma bakındım. Olmadığı belliydi. Çizdiği pony resimlerinden birini gösterecekti belki de. Hevesi kursağında kalacaktı. Telefonu açtım. Görüntü yoktu. Haşur huşur sesler geliyordu. Masadan kalkıp daha sakin bir yer aramaya başladım. Barın içine girip tenha bir yere geçtim. Bu sefer ses de gitti. Geri aramaya uğraşırken, karşıda tuvaletin olduğunu gördüm. Telefonu kapatıp lavaboya yöneldim. Kulaklarım, ellerim üşümüştü dışarıda. İçeride canlı müzik hazırlıkları vardı. Kadın vokalin sesi cızırdayarak yükselip alçalıyordu kolonlardan. Tuvalete girince biraz sessizleşti ortam. Yine soğur gibi oldu hava. Amonyak, bira ve anason kokusu birbirlerine karışmadan öylece havada asılı duruyordu. Pisuara geçtim.
Sedat Abi de geldi. Kemerine davranmış yanımdaki pisuara geçerken “O İshak Hoca çavuşu tokatladın mı?” dedi. Yayıncıyla yazar aynı safta işiyorduk. Yüzüne baktım. Tuhaf kaçtı. Önüme baktım. Yine tuhaf kaçtı. “Bişiy dicem,” dedi. Tekrar yüzüne baktım. “Hadi İshak Hoca’yı anladık da, bu Murat,” dedi. Göz göze geldik. “Ben miyim?” diye sordu.
“Tabii abi, senden başka kim olacaktı,” dedim silkinirken.
Masaya geri döndüğümüzde sükût suikastı muhabbetinin içine girdik bodoslama. İki yazar bir araya geldiğinde bu konu illaki açılırdı. İki kişi olmaya da gerek yoktu. Yazarlar bunu ayna karşısına geçip her akşam terennüm ediyordur. Billboardlarda boy boy posterleri olan yazarlar bile, “ah kimse okumuyor, kitabımı kimse konuşmuyor, kıymeti bilinmedi,” diye diye nasıl suikasta kurban gittiklerini yana yakıla anlatırdı. İyi ki Hamdi sizin için bu lafı buldu. Tek başınıza onu da becereceğiniz yok. Vir vir anlatıp durdular. Yok söyleşide böyle soru mu sorulurmuş, yok kitap raflara koyulmamış. Yoldan geçenleri seyrettim. Şemsiyesiz bir kadın geçti telaşla. Kalın kazaklı kel bir adam, naylon şemsiyeler, çamurlu botlar, yeşil pardösülü bir teyze, sarı balıkçı botlarıyla seyrek sakallı bir adam, ardından kâğıt toplayıcısı geçti. Kâğıt toplayıcısının sürüklediği konteynıra ne deniyordu ki? Biraz düşündüm. Kâğıt arabası? Çekçek? Hasır el arabası? İki tekerli götürgeç? Yok, bulamadım. Selpak satan çocuklar geldi. Uzaklaştırma aldılar onlar da. Rüstem’in yediği suikastı anlatması bitmemişti hâlâ. Bütün okuduğu çağdaşı yazarları gömüyordu. Şununki de çıkacak kitap mıydı! Berikinin de nasıl ödül aldığı malumdu. Öteki sırtını zaten belediyeye yaslamıştı. Hele bir de bununki vardı. Sahi kimdi bununki. Adını hiç duymamıştım. Ama bununki’yi edebiyat günlerine çağırmışlardı. Ah o bununki yok muydu o bununki! Bütün liselere davet ediliyordu. Çıkardım telefonu Google’da pony resmi aramaya başladım. Buldurtmadılar. “Sen hiçbir şey demedin yahu,” diye seslendi Elif. “Kiminkinde kaldık” dedim. Oradan gömmeye devam edeyim. K’nınkinde kalmışız. “K” dedim, “tam bir bununki.”
“Değil mi?” diye destekledi Elif. “Bir ayda öykü kitabı baskısı mı bitermiş,” diye ekledi.
“Hiç” dedim. Kafka falan diyecek oldum ama ortalık yerli Kafka kaynıyordu. Vazgeçtim. Araba fiyatlarını konuştu erkek bireyler. Herkesin içkisi bitti, hesaplar ödendi, kalktık. Karla karışık yağmur rüzgârla karışık vurmaya başlayınca ayaklarım falan üşüdü. Yine çok çişim geldi. Vitrin ışıklarına bakarak unutmaya çalıştım. Pony çizmektense şöyle orta büyüklükte bir pelüş pony mi alsaydım. Birikmiş ev kirasını ödemeden önce mi? Gruptan ikisi kendi aralarında konuşurken arayı açmıştı. Başka ikisi de arkadan geliyordu. Elif yetişti bana. “Niye tek yürüyorsun?” diye sordu. Bilmiyorum ki. “İshak Hoca’nın yürüyüşü” deyip güldü. Birkaç küfür çeşidi geldi dilimin ucuna. Bastırdım. Küfretsem bir şey demezdi. O kadar hukukumuz olsundu. “Ben hiç İshak Hoca’ya benziyor muyum?” dedim. “Evet,” derken ikinci heceyi uzattı. Baya uzattı. “Bir Kere İshak Hoca göbekli, ben öyle miyim?” deyip yüzüne baktım. O da önüne baktı, cevap vermedi. “Alnı da açık. Bak benim hâlâ saçım var.” Rüzgâr sert esince kasketimi tutup biraz daha oturttum kafama. “Onun fıstık yeşili kanepesi var. Benim yok,” dedim. Rüzgârdan duyulmadı herhalde. “İshak Hoca janti adamdı, adabı giyinmeyi çok iyi bilirdi. Mesela ben bilmem.” Bot almak lazımdı. Pençe yaptırmak kalmadığına göre. “İshak Hoca’nın karısı onu aldatmamıştı,” dedim. “Benimki aldattı.” Sessizce yürüdük. Ben metro durağına varmadan gruptan ayrılıp, vapur iskelesine yöneldim. Hava soğuktu ama sinek kaynıyordu ortalık. Kulağıma falan kondular hep. Savuşturdum. Yatağa geri döndüm. Hâlâ çişim vardı. Yattığım yerden yaktım bir sigara. O kadar hukukumuz olsundu. “Benim de maceram bu sanırım” dedim, dumanı yüzüne üflememeye çalışarak. “Biraz İshak olmak.”
Bülent Ayyıldız