Pelin Buzluk

Gün boyu ikinci ve üçüncü kattaki, ardından çatıdaki yatak odalarını süpürdüm, sildim. Nevresimleri değiştirdim. Hurçlardan çıkardığım kaba ketenleri eşyanın üstüne yaydım. Kızlar sömestr tatiline memleketlerine gitmişlerdi. Konakta değil iki haftada, üç günde toza batardı eşya.

Sürekli hareket ettiğim halde fena üşümüştüm. Geceden beri dinmeyen kar, sert bir rüzgârla fırtınaya dönmüş, konağın uçsuz bahçesinde, sonra daha geride bağlarda tozuyor, döneniyor, yükselip yeri göğü ayırt edilmez hale getiriyordu. Panjurları kapamadan evvel, üst katın pencerelerinden güzelim bahçeyi bir vakit seyrettim. Fırtınada sarsılan karla kaplı figürlerinden bildik ağaçları seçtim. Arada, bir iki kuzgun cesur, siyah bir eğri çiziyordu bembeyaza. Siyahları, uçuşun herhangi bir noktasında kar tozanlarına gömülüp yitiyor, ileride bir yerde gayretle yeniden beliriyordu.

Nihayet alt kata indiğimde gün batıyordu. Acıkmıştım. Dünden kalan çorbayı bir taşım kaynattım, sıcak sıcak içtim. Keyfim yerindeydi. Kazanları iç içe koyup kaldırdım. Mutfak böylece epey ferahladı. Kızlar dönene dek yetinebileceğim iki küçük tencere indirdim. Pırasa pişirecektim, yanına yarma aşı. Koca konakta yalnız geçecek iki haftanın heyecanını duydum. Durulmayan fırtına bu kısa inzivayı bir nevi mahpusluğa benzetecekse de serbesttim. Kızlar gidince ev ıssızlaşmış, soğuk büsbütün bastırmıştı. Üst katları kapatınca konak küçüldü. Alt katta kuzine, mutfakta ocak ile belki küçük bir mangal kâfiydi ısınmaya. Yemekleri ocaktan henüz almıştım ki kapı vuruldu. Konakta, hususiyetle yalnızken, çok yanılırım, sesler beni aldatır. Bu sebeple gidip hemen bakmadım kapıya. Birkaç saniye geçti geçmedi tokmak bu defa daha şiddetle vurulmaya başladı. Kapıya vardım:

“Kimdir o?” dedim.

“Biziz Vihâra Hanım.”

“Biziz madam,” dediler. Kızların bazısı hanım, bazısı madam der bana. İçlerinden geri dönenler olmuştu demek. Nedenini merak etmekle birlikte içim sıkılıverdi. Sürgüleri çektim, anahtarı çevirdim. Asılıp açtım kapıyı. Baktım: Yalnızca sulanmış, pırıl pırıl gözleri açıkta üç kız. Bir an, kimdir bunlar diyerek kaldım yerimde. Berelere, kaşkollere gömülmüşlerdi. Çıkaramadım.

“Müsaade edin madam,” dedi içlerinden beride duranı. Çekilip yol verdim. Kuzine başına koşuştular. Soyunup dökündüler. Islak çoraplarını tellere serdiler. İsli kış kokusu, soğuk getirdiler içeri. Burunlarını çekerek bana gülümsediler. Yanakları al aldı her birinin. Ne güzellerdi. Konakta yirmi talebe kız kalırdı. Ben yüzleri pek ayırt edemem. Toylukları, tazeliklerinde bir birlik bulurum. Gelenler hangileridir bilemedim.

“Ne oldu, neye döndünüz?” diye sordum.

“Trenler iptal.”

“Seferler iptal,” dediler biravaz. Hemen gidip mutfak masasını çevrelediler. İçlerinden biri ellerini eviyede yıkadı. Buna hiç müsaade etmezdim ama sesimi çıkarmadım. Pırasa ve yarma aşını üleştirdim. Bana yer kalmamıştı. Meğer dört kız imiş gelenler. Masayı toplayıp çanakları yıkadılar. Durulayanın elleri soğuktan morarmıştı. Geldi, mangala tutup ovuşturdu.

Tadım kaçmıştı biraz. Dinlencem, yalnızlığım henüz başlamadan son bulmuştu. Soba sıcağında, kucağımda kedilerden biri, ya okuyacak ya işleyecektim. Mümkün olmadı. Kalkıp mutfağa gittim. Kış akşamları adet olduğu üzere kızlara ıhlamur kaynattım. Ertesi sabah kahvaltıya ne çıkaracağım diye tel dolaba, kilere bakındım. Salona vardım ki kızlar kâh birbirlerinin omuzlarında kâh kırlentlere yaslanmış halde uyuyup kalmışlar. Mutfakta ne kadar kalıp ne iş tutmuşum anlamadım. Vakit epey geçmişti. Kızları merdivene en yakın küçük odalara yerleştirdim. Dönecekken baktım, biri daha mahmur gözlerle yanımda dikiliyor.

“Ne arıyorsun yavrum?” dedim.

“Hanım, bana yatak göstermeyecek misiniz?” diye sordu.

“Gir kızım, yat işte,” dedim.

“Boş yatak kaldı mı ki odada?” diye sızlandı küskün.

Açıkta kalan kızcağız sol beraberimde, kapıları tıklatıp odaları yokladım. Bütün yataklarda kızlar yorgan altlarında dertop olmuşlardı. Sahiden yanlış hesap etmiştim. Çaresiz, odalardan birinde yere döşek serdim. İçerisi buza kesmişti. Birer mangal yaktım bari soğuğu kırar diyerek.

Nihayet indim. Kuzine geçiyordu. Üstündeki demlikten bir fincan ıhlamur aldım. Upuzun bir akşam böylece tükenip gitmişti. Açlıktan midem bulanıyordu. Yemek için vakit epey geç olmuştu. Battaniyeye sarınıp gergefi kucağıma aldım. İşlemeye henüz başlamıştım ki kapının vurulduğunu işittim. Hemen doğrulmadım, kulak kesildim. Üst katta soğuk yataklarında uykuya dalamamış kızlar da kıkırdamayı kesmişti. Soluğumu tuttum. Zemin tahtaları genleşip toparlanıyordu adımlar altında ezilirkenki hatıralarla. Her kulak verildiğinde işitilen ahşabın belli belirsiz sesi, eşyada dinlenme, rahatlama çıtırtıları. Ancak yok, kapı vurulmuyor… derken bu kez daha şiddetle vurulmaya başladı. Dökme kapı sarsıldıkça bütün konak vuruluyordu sanki.

İnandım birden, ayaklandım. Sahanlığa yönelmiştim ki merdivenlerde çözük saçlı, gecelikli kızları gördüm. Altı, belki yedi kişiydiler. Birkaçının elinde fiske şamdanı. Bu görüntüyle ürkmüş, bir an büyülenmiş halde güçlükle korkuluk topuzuna tutundum. Beni görünce yüzlerindeki korku yumuşadı. Basamakları adım adım inmeye başladılar. Peşim sıra kapıya dek geldiler. Fırtına duraklamıştı. Kapının iki yanında iki sessizlik.

“Kimdir o?” dedim.

“Benim Vihâra Hanım, açınız,” dedi bir kadın.

“Kimsiniz? Sesinizi alamadım,” dedim.

“Ben, Nûpeda, eski dostunuz,” dedi bu kez. “Size bir uğramam gerekti de. Bir mesele var hem, size güvenebileceğimi sanıyorum.”

“Kim dediniz?”

“Nûpeda. Nû-pe-da.” Sonra daha kısık bir sesle ekledi: “Dostunuz.”

Dönüp kızlara baktım. İfademden kapıdakini ya hiç tanımadığımı yahut çıkaramadığımı bildiler ki biri bile tek adım daha atmadı.

“Vihâra Hanım, ne diyorsunuz? Açmayacak mısınız?”

“Çıkaramadım sizi,” dedim çatlak bir sesle.

“Simamı mutlaka bileceksiniz,” diye üsteledi.

Israrından çekinerek, “Bilemiyorum, sizi tanımıyorum,” dedim.

Kapının iki yanı da bir an yeniden sessizleşti.

“Öyle olsun,” dedi birden.

Bir oh çektim ama rahatlamış değildim. Dönüp gitmiş miydi, bilemiyordum. Bir süre daha yerimden ayrılamadım. Zihnimde azar azar Nûpeda adında bir kız belirmeye başladı. Uzaklarda bir köpek, daha uzaktaki bir başkasına karşılık ürüyordu. Bu havada, bu vakit, eski bir dostu yüzgeri etmeye içim elvermese de açamadım. Ayrıldım kapıdan. Ben dönünce kızlar da salona yönelmişlerdi ki dışarıdaki yeniden çağırdı adımı. Beklentisiz, iniş çıkışsız bir sesle. Ne insafa çağırma ne sitem ne de ayıplama vardı bu seslenişte. Sade çağırıyordu. Sesiyle yalnız kendini değil, eski dostu Vihâra’yı da hatırlatıyordu.

Sonunda kapıyı açtım. Dönmüş gidiyordu. Kar alacasında, elinde lüks lambası, bahçe boyunca yürüyüp geldiği yolu kendi ayak izlerine basarak gerisingeri dönüyordu. Kapı sesini işitince benden yana baktı.

“Buyurun Nûpeda Hanım,” dedim, “hoş geldiniz.”

Gözleri gözlerimde, yaklaştı. Hiç kırgınlık yoktu ifadesinde.

“Hoş gördük,” dedi. Lambayı eşiğe bırakıp başına, boynuna doladığı yün şalı açtı. “İşte ben,” diyen bir tebessümle baktı bana: Nafile, anımsayamıyordum. Yine de tereddütsüz çekilip yol verdim. İçeri geçti. Kızlar soğuk yataklarına dönmek yerine sedirlerde birbirlerine sokulmuşlardı. Birkaçı az evvel sarındığım battaniyenin altına sığınmıştı. Biz içeri girince yerlerinde merakla doğruldular. Nûpeda Hanım geldi, artık iyice farımış kuzinenin başında soyunup dökündü. Sürekli tebessüm ediyordu. Hırka içine yünlü, ekose bir gömlek giymişti. Göğüs cebine elini atınca, orada küçük bir vazo ve içinde birkaç canlı çiçek taşıdığını hayretle fark ettim. Bu minyatür vazoyu bana uzatıp yeşil hırkasına sarındı, düğmelerini ilikledi. Hırkanın omzuna canlı renklerle, nefis bir kelebek işlenmişti. Saçlarının arasından arada belirip yitiyordu.

Baktığımı görünce yine tebessümle anlatmaya koyuldu: “Uzun zaman oldu Vihâra Hanımcığım. Haftalardır yollardayım. İnanır mısınız ilk uçak, bu kelebekler sebebiyle rötarlı kalktı. Endemik bir türmüş. Fark eden bir yolcu haber vermiş. Alarm halinde handiyse bir saat uçakta kelebek aradılar. Buncağızlar da gelip ilkin saçlarıma sığındılar. Ardından hırkamın yeşiline gömülüp saklandılar. Daha sonra da benimle günlerce yolculuk ettiler. Düşündüm de onlar asıl sana geldiler Vihâra Hanım. Hem uzun zaman sonra biz müjdeli haberlerle buluşuruz hem de onları size teslim ederim, burada sizlerle güzel bir ömür sürebilirler.”

Hiçbir şey anlamamakla birlikte tuhaf bir sevinçle dinliyorduk Nûpeda’yı. Uzun, dalgalı saçlarını omzundan ensesine aldı. Sonra omuz başına üç fiske vurdu. Renkler daha bir parladı, antenler doğruldu, kanatlar gerildi. Art arda iki kelebek hırkanın yeşilinden ayrılıp döne döne aşk uçuşuna koyuldu. Gözlerimiz bu sarmal dansta, kıkırdamaya başlamıştık. Kızlar ayaklanmış, çiçekli pazen geceliklerinin içinde kendi etraflarında dönüyor, kelebeklere eşlik ediyorlardı. Bir ikisi ellerimden tutup beni de kendi etrafımda çevirdi. Kahkahalarımız karıştı. Göğsümde yüzeye çıkmaya çalışan kabarcıklarca yaşam uyandı. Dans ederken minik sevinç çığlıklarımızın önünü alamıyorduk.

Nûpeda çağırıyordu: “Vihâra uyan! Vaktidir. Uyan canım. Uyan dostum. İşte hatırladın. Hadi…” Dansı bırakmak gelmiyordu elimden. Kollarımda, bacaklarımda almaşık yapraklar bitiyordu. Sevinç boğum boğum büyüyordu içimde. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu.

“Vihâra! Ey!”

Gergef kucağımda, keteni boştu. Doğruldum. Uyuyup kalmış kızlara baktım: Nakış çiçeklerini saçlarına takmışım meğer. Yeniden işleyecektim. Güneş, salonun ortasına dek uzanmış, yer tahtalarında tütüyordu. Gerinip kalktım. Kulağımdaki Nûpeda’nın sesini yankılayarak, “Kızlar! Canım kızlar… Hey!” dedim.

Pelin Buzluk

Öykü daha önce “Duvardaki Delik” dergisinin ilk sayısında (Eylül 2021) yayımlandı.