“Bu tamamen yitip gitmeden önce kendini kaybetmenin ne olduğunun hâlâ bilindiği bir an.”[1]
Michael Haneke
Yalnız. Uçucu. Dağılgan. İçeriden geliyor. İçeriye bükülüyor. Zaman yorgunu tenin ürünü. Direndiği nesneyi de yaratan sesin ürünü. Bellekte buldu karşılığını. Onun ürkütücü kesinliğinde. Bellek bir manzarayla ilgiliydi. Manzaranın bıraktığı etkiyle ilgiliydi. Deneyimin hakikati, hakikatin fikrinin üstüne çıktı git gide. Kişi tasarladı, çoğalttı, sevdi, inandı, eskitti, yıktı, yeniden bulmayı/kurmayı denedi – çoğu şeyi. Onun varmak istediği yer, vardığında yorgunu düştüğü –belki hiç– varılası görmediği yer, dirimin son eşiğiydi öyleyse. Yetersiz yaşamın doygunluğuna kelimelerle ermeye çalışmak ve yeryüzü hikâyelerinde kaybolmaktı biraz da bu. Ben’de eksikliği duyulan şeylerin yasına durmaktı. Sonuçta bir hiçleşme problemine takılıp kaldık. Yokluk ürküsünün bir yumru gibi yüreğimize çöktüğü anları savuşturmayı denedik. Demek ki kuşkunun yeni bir haliydi zaman ve zihnimizde birikenleri alt üst etmeye koyulmuştu. Üstelik onların gerçek birer dayanak olduğuna inandığımız sırada.
***
Bilerek ya da bilmeyerek yapılmışlığımız diyorsak, hayatla ilgili bazı ayrıntıları, başka birtakım ayrıntılara göre daha fazla önemsemiş, ışığın öteki tonlarına ayrı bir değer biçmiş ve dünyamızı bir oluşturucular örgüsünün yakınlarından geçerek kurmuşuz demektir. Bu uğurda ne çok engele takılmıştır insan. Ne çok ufka heveslenmiş, dar boğazda nefessiz kalmıştır. Dermanı ve istemi yettiği ölçüde yürüyüşünü sürdürmek ister elbet. Ama aldığı darbeler yüzünden, daha temkinli, daha vakur ve iddiasız bir tavırla devam eder yola. Teninde ve duygu dağarında birikenler, yüküne ve gururuna dönüşür onun. Tecrübe yokluğunun, sebepsiz neşenin, vecdin ve sersemliğin son dönemeci de geride bırakılır böylece. Yara izleri, hayal kırıklıkları, kara gerçeklik ve yanılganlık kuşatır yüreğini. Yine de tüm bu yaşantılar, vakti geldiğinde, kişiyi daha güçlü kılacak ve onun omurgasını sağlamlaştıracak gerçekleşmelerdir de biraz. Kişi, onca engele rağmen ayakta kalabilmişse ve onu dünyanın alçaklığına katılmaya zorlayan etkilerden kaçmayı becermişse; boş vermişliğin, suskunun ve başıbozukluğun haklı keyfini de sürecektir kuşkusuz. Söz konusu umarsızlığın nasıl taşınacağının pek önemi yoktur. Çünkü yaşam oyununun tüm boyutları kavranmıştır bir şekilde. Akla, iradeye, tekniğin olanaklarına, kurtuluş reçetelerine, psişik talimlere, hukuka ve toplum adı verilen organizasyona yüklenen anlamın sahteliği keşfedilmiştir. Bu noktadan itibaren meşguliyet başlar. Zamanın hakkının nasıl verileceğine dair bir düşünüm süreci başlar. Derinlikler, tam da, o aşamada icat edilecektir. Öz-imgesinin kurbanı olan kişi, yeryüzünden topladığı şeylerin nektarını yine aynı zemine serecektir. Bir ihtimal, başkalarının da, bu tuhaf sürüklenmede, kendi ıstırabının verimlerine rastlayacağını düşünerek.
***
Benlik, tüm boyutlarıyla kendini dünyaya açtığında hakikati ve yılgıyı birlikte keşfeder. Salt bilişsel düzeyde gerçekleşen bir keşif de değildir bu. Bütünlüklerin, kuvvet çizgilerinin, olma süreçlerinin tensel etkileri, dallanıp budaklanmaları… Empati ve korku, besleyici-uyarıcı niteliğini yitirdiğinde, kişinin söyleme ve yapma iradesinin yok oluşuna, bu yüksek kavrayışın ağır bir yüke dönüşmesine tanık oluruz. Yeryüzü, “öteki’nin ben”iyle bütünleştiği için, bir daha asla, huzurlu bir yurt bulamayanların cehennemidir: “Tek istediğim, mutlak bir sakinliğe kavuşup neden üzüntü karşısında üzgün, melankoli karşısında melankolik, trajedi karşısında trajik hale gelmeye başladığımı, neden dehşetimin ve merhametimin nesneleriyle kendimi özdeşleştirmeye kalktığımı anlamaktı. Bu türden bir özdeşleşme bütün gerçekleşmelerin ölümüne denktir.”[2] Hangi felsefi bahaneye sığınırsak sığınalım, hangi kurucu iradenin peşine takılırsak takılalım sessizlik, devinim, umut, şüphe, bulantı, bıkkınlık, yükselme istemi, kayboluş arzusu türündeki duygulanışların ikircikli etkilerinden kaçamıyoruz. Eninde sonunda var kalınacak en uygun düzlemin neresi olduğu ve bu hayatta nasıl bir “kişisel” yolun izlenmesi gerektiği türündeki sorularla yüzleştiriyor dünya bizi. Zamanla kara delikler, sapaklar, çıkıntılar, büklümler, kör noktalar oluşuyor o dünyanın üzerinde. Farklı dalga boylarının söylemsel semptomuna evrilerek çeşitli dil ve düşünce konumlanmalarının saldırısına ve istismarına açık bir bio-nesne haline geliyor böylece gövde. Bu karmaşanın içinden nelerin kurtulacağını, yarının uyarı taşlarına dönüşeceğini ve yine nelerin çöplüğe gideceğini, hiçliğe sürükleneceğini kestirmek kolay değil. Bizi zaman zaman öldürgen bir sessizliğe iten zaman zaman olup bitene müdahalede bulunma istemiyle kışkırtan gerçeklik, dokunaklı bir olasının sonsuzunu kat ediyor.
***
Böylece kişi, öz-duygulanımın titreşimlerini sahneye çıkarmaktan ve ben’de bir yaşam etkisi olarak var kalan çarpıklığın sınırlarını yoklamaktan fazlasını yapamıyor. Yaşamın krizi, olumlu bir durumun, pratiğin, gerçekleşmenin tek kurucu dayanağı sayılamayacağına göre; kendini deneyimlemek, ne yazık ki yüklenilmiş bir hakikatin kaosunda debelenmekten farksızdır bir açıdan. Ama söz konusu deneyimi tümden faydasız göremeyiz. Kuşkusuz günümüzde parçalılığın, içkinliğin, mikro kırılmaların, çok katmanlı gerçekliklerin ve estetik tekilleşmelerin borusu öttüğü için değil. Bir düşünüm alanına kurulup bilincimizi ve eleştirel perspektifimizi oranın imkânlarıyla sınırlamak tutulacak en kötü yol olurdu. Çağımız söylem’in önselliğini doğrulayan bir çizgiyi takip etse de, kaçış noktaları, dildeki çatallanmalar ve semiyotik bozulmalar düzleminde aransa da “tecrübe edilen şey, tecrübenin ifadesinin gerisinde kalmaya mahkûmdur” türündeki bir önermeye hemencecik varılamaz.
***
O halde içkinlik deneyimi, olumlu manada, ne söyler bize? Bu karmaşık ilişkisellikte verimli olan yön, tam olarak nedir? Elbette bir dünya inancının yitmişliğinden çıkan sabuklama ve onun verdiği “keyif” değil. Ne öyleyse? Bir uçurum neşesinin sarsıcı tuhaflığı mı, yapılardan ve sistemlerden kurtulmanın özsel hafifliği mi, yalnızca kendi adına konuşma iradesinin verdiği haz mı, en dibe inmiş olmanın ve bin yıllık temsilleri reddetmenin erinci ve dahası umut denen evrensel insan hastalığından kurtuluş mu: “Aynı bildik yolda ilerliyorum güçlükle, evetlerle, hayırlarla, adı henüz konmamış bir şeye doğru, beni rahat bıraksın diye, kendi rahat etsin diye, hiç var olmamış olsun diye. Adlandırmaksa, hayır, hiçbir şeye ad koymak olası değil, söylemekse hayır, hiçbir şeyi söylemek olası değil.”[3]

Bu söylem dizgesinde asıl önemli olan ve başkaları için bir “özgürleşme momenti” olarak çalışan taraf, “kişisel” gerçeklikte, yaşamın yansılandığı fikrinin göz önünde tutuluşu ve nelerin elinden kurtulabileceğimize dair yüreklendirici örneklemlerin bulunuşudur. Sözgelimi Kafka… Dünyayı değiştirmedi. Böyle bir iddiaya da sahip olmadı hiç kuşkusuz. Ancak yasa/toplum/iktidar denkleminin bir ruha ve gövdeye neler çektirdiğini, onun varoluşunu hangi noktaya ittiğini, dil içindeki sapaklarda gezinerek oldukça etkileyici bir tarzda ortaya koydu.
Yazar, kendini deneyimlemenin tadını çıkaran kişidir. Bu deney, bütünün şiddetine dönük bir açıklığın da ifadesidir belli ölçülerde. Zira “tadı çıkarılan ben”de yaşamsal toplam vardır. Ancak yaratım kudreti, özneyi, estetik alımlamayla dehşetin gerçekliği arasındaki koruyucu mesafenin silindiği yere götürdüğünde iş değişir. Sanat yapıtını tehlikeli olduğu kadar sahici kılan yön de bu olmalı. Gerçeklik ve kurgu, mit ve anlatı, arzu ve madde bütünleşince alışageldiğimiz dünya ortadan kalkacaktır. Onun yerini de yordanmaz genişliğinde yalnızca sanrıların ve sabuklamaların yankılandığı büyük meçhul alacaktır. Anlamın karanlık boyutlarını yakalama çabasının ikircimli doğası…
***
Derin sorunlarla uğraşıyoruz, çölsü imkânsızlıklara sevdalanıyoruz ama günlük hayatımızdaki rutin, sıhhat ve afiyet bozulmasın diye de her türlü koruyucu zırhı geçiriyoruz üstümüze. Çağımızın sıkışıklığı, imsel yoğunluğu, kontrol saplantısı yaratıyor bu çelişkili durumu biraz da. Bütüne ulaşma isteği, parçanın güzelliğini; bilgi iktidarı, eleştirel düşünceyi; doğrusallık, uç-boyutu yok ediyor. Gözün içindeki parıltı, o gözü kurtarmak isteyen irade tarafından söndürülüyor böylece. Hâlbuki bilince, bir sınır zorluğu dayatmaksızın ve onu, ölümü konforun sularında ilan edilen “lanetli tekillik”lere yaklaştırmaksızın nasıl yol alınabilir? Gövde, zirveleri aramalıdır. Varoluşun boz sularında avunmalıdır. Çukurlara düşmelidir kuşkusuz. Kendini silmeyi, şeyleri izlemeyi, izlediğini büyütmeyi ve neredeyse tüm yaşamdan sorumluymuş gibi savaş meydanına dönmeyi öğrenmelidir. Ben’in kavgasıdır bu kuşkusuz; ama o ben, bir amansız karnavala tutulur. Öyle güçlü suç ortaklıklarına girişir ki insan, ona dışarının buyurduğu ve o dış’ın, sadece, içteki bir ittifakın yansımasından ibaret gibi durduğu biçimin parçası haline gelir giderek: “Dur durak bilmeden ve yorulmadan, toprağın altımızdan sürekli kaydığı geniş boşlukta, bilinmez olasılıklar içinde birbirimizi yitirmiyor muyduk?”[4]
Ta ki göksel bir çökme ânı, bir hezeyanlı düşüş ve bir kaybolma/onulmaz batağa saplanma zamanı gelene dek. Buraya kadar her şey yolunda gibi görünebilir kişiye. Çünkü öncü sarsıntıları bastırmaya yarayan oyuncaklar hâlâ işe yaramaktadır. Sonra sular çekilir. Sağlığın ve üretkenliğin nesnesi dağılmaya başlar. En büyük insan hastalığı olan kontrol saplantısının ağır sonuçları yaşanır birdenbire. Faulkner’ın haklı uyarısını doğrulayan dünya, bir yanlışlıklar dizgesi tarafından enine boyuna kuşatılmış gibi görünür: “Hiçbir savaş kazanılmadı şimdiye kadar, dahası savaşılmadı bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.”[5]

(Gene de) direnen, düşünen, deneyen, kuşkulanan, vazgeçen, ölçüler arayan, ölçüler koyan, özgün ve ışıltılı olana dönük bir eğilim taşıyan şu safdil bedenlerin, yeryüzünde, belli neşe gözenekleri açtığı ya da karanlığı bir kazanıma çevirme olanağı yarattığı söylenemez mi? Bu sorudaki haklılık payı/umutsu yan, toplumsal örgütlenmelerin uzun-kirli tarihi ve o kirliliğin, büyük ölçüde, rahatsızlık duyulmadan sürdürülüşü gerçeği tarafından gölgelenir. Ama şimdi, yanılmak ve yenilmek pahasına, belki de sadece sanatta-yazıda yakalanan bir esrimeye doğru ilerliyoruz. Bir imgenin sonsuzluğunu kat etmeye çalışmak anlamına da geliyor bu. İmge aracılığıyla bütün’de dolanmak…
***
Bilmek, görmektir… Göz’ün önündeki perdeyi sıyırmak, saf biçimi yakalamak ve onun devinme mantığını kavramaktır. Böyle bir yönelimin, öncelikle, yaşamı ve zamanı tersten okuma fikrini öne çıkardığı da açıktır. İktidar konumlarının zıt kutbunda yer almak… Nitekim çürümenin rahatsız edici kokusu gelir burnumuza, içten içe “ortada bir sorun olduğunu” sezeriz. Ve elbette, bu kuşatılma duygusuna karşı nasıl bir tavır almamız gerektiğini düşünürüz.
Vazgeçme cesareti, işin başlangıcı olsun!
Minör edebiyatta gittikçe küçülen ve mekânsal bir daralmada ifadelenen şey, öznenin epey sıkışık bir konuma, bir boğum noktasına, kendisini çekişiydi. Bu yoğun alanda olup bitenler (uç düzeyde “kişisiz ve olaysız” sayıklamalar) yeryüzünü sessizlikte üreten yutkunmalardı. Yaşamı duyan özne, uslu çoğunluğun katıldığı oyuna girmeyi reddetti ve sistemlerin, formüllerin, yapıların, algoritmaların kaçak yollarını aramaya başladı. Üstelik kaybolup gitmek pahasına…
Burada asıl mesele, kişideki olumlayıcı seçme/ayırma/icat etme mekanizmasının nasıl işlediği, nelerden beslendiğidir. Kuşkusuz hayatın büyüme gücünün önünde engel oluşturan kuvvetleri, yalın bir içgüdüyle, kavrayabilmek ve onlara karşı konumlanmak gerekiyordu. Öte yandan, göstergelerle ve söylem iktidarıyla girilen bir hesaplaşma da söz konusuydu direnen kimse için. Mücadele elbette, bilindik düzlemlerde verilmedi. Yani iktidar yapılarının kişiyi sürüklemek istediği ve onun iradesine ket vurduğu bölgelerde tutuşulmadı kavgaya. Yaratım denen şey, kuvvet izlerini sıyırıp atma, yeni bir gerçeklik kurma işiyse, yaratan öznenin de dilin içinden geçen doğayı yakalamayı deneyen bir maceracı olduğu söylenebilir. Belki de onun, acımasız bir dünyaya karşı tek şansı, yapayalnız bir gövdenin, bir süreliğine de olsa, ayağa kalkma fırsatı bulduğu bu tekinsiz eşikteki reddetme eylemidir.
***
Ama söz konusu eşiğe, asla tesadüfen varmış değildir özne. Dili, bedeni, düşünceyi, anlamı sınamak için dolanır oralarda, bilinmezliklerle dolu bir öncenin yükünü sırtlanır. Bütün hikâyeler bu tuhaflıkta başlar. Dünyanın sahte doğrusallığının keşfiyle ve parçalılığın, anlamsızlığın, deneyimin yoğunluğunun kavranışıyla budaklanır. İnsan anlatısına derin ve sahici bir nitelik kazandıran taraf, mutlağın idealine sevdalı ben’in nesne yaşamındaki bocalayışıyla ilgilidir biraz da. Yaşantının tozuna ve insan uğraşının dramına bulanmamış bir fikrin ya da tahayyülün söyleyeceği çok az şey vardır.
***
Etkiler, gerçekleşmeler, dönüşümler… Yakın/uzak vakitlerde, bir his tutarı haline gelmesi, tüm bunların… Sonra kesintiler… Kuşku, bekleme anları… Şu görkemli yeryüzünde, onca kırgınlığın/kırılmanın/umarsızlığın tanığı oluyor kişi. Ve kendini bilmekle ilgili bir hesaplaşmanın içine düşüveriyor. Elbet, üstesinden kolayca gelinemiyor bunun. Şeyleri görme ânı kaçırılıyor çokluk; baştan çıkarıcı ve sokulgan sesler çeliveriyor ruhunu insanın. Ne ki ayma noktası, bir dönülmezlik eşiği… Dünyanın olanaksızlığını sezmenin, ama başka bir dünyanın olmadığını da bilmenin, yine de, o dünyaya tutunmayı denemenin ifadesi… Öyleyse, şeylerin elinden kurtulmak için en iyi yöntemin bulunması da gerekmez mi?
İyi bilinir, yazı, bu usullerden biridir ama bir tür rahatlığa ulaşmak için ona tutunmak, yaşamın zayıflığını da onaylamak demek. Kadim zamanlardaki o aylaklık/mülkiyetsizlik cenneti yitirilmeseydi, kişi hikâyesi başka türlü gelişir ve bugünün öznesinin meselesi değişirdi. Bu “evrimsel klişenin” asıl önemi, yazıda ve diğer uğraşılarda köksüzlük ve güçsüzlük özleminin, o muhteşem hafifliğin, nasıl da yankılandığını göstermesidir. Zira hız ve kontrol, anonim belirsizlikte kaybolma hakkımızı yok ediyor. Üstelik gözetleme araçları bu işi bizim güvenliğimiz adına yaptığını söylüyor. Böylece içsel deneyim, bir tür kıstırılma duygusunun eşlik ettiği sistemsel bir zorunluluğun ifadesi haline geliyor. İçe dönüş, dış etkinin belirlediği ironik bir yönelim olarak gelişiyor.
***
Buna özgürlük diyebilir miyiz? Tekniğin acımasız kudretiyle sarıp sarmalanan dünyadaki ruhsal arayışlara yani… Özne, bir çağın kodlarını yakalayıp ondaki krize ve tahakküm biçimine karşı belli bir tavra sahip olmalı, belki! İlle de toplumsal bir tavır olmak zorunda değil bu. Bir düşme üslubu, hareket estetiği, duyumsama biçimi… Georg Simmel’in “ifade olanağı bulan tikellik” dediği şey: “Kendi doğamızın yasalarını takip ediyor olmamız – ki özgürlük de budur–, kendi kendimizin ve başkalarının gözünde, ancak ve ancak bu doğanın ifadeleri başkalarınınkinden farklıysa apaçık ve ikna edici bir şey haline gelir.”[6] Olumlu ya da olumsuz, belli bir ortaklığın/etkileşimin kişiye verdiği ya da kişinin söz konusu ortaklığın baskısına rağmen bulup çıkardığı cevherdir öznellik. Bunun dışındaki hiçbir mesele yeterince önemli değildir. Düşünce, “yüksek ve soyut” idealler uğruna birçok yaşamsal ayrıntıyı kaçırır elinden. Çünkü acıya ve trajik olana dönük mesafeli bir kibir içindedir. Kendi dehasının, yeteneğinin ve birikiminin kurbanı olmuştur. Tekelinde bulundurduğu kavramsal araçlar, sırtını yasladığı kabul görmüş formüller ayak bağına dönüşür onun. Ve tesadüfen de olsa, özel alanının dışına çıktığında dımdızlak ortada kalır. Burada kıymete değer olanı yakalamak pek olası değildir. Yüzey uzmanına dönüşmüş gevezeler tarafından ortaya konanlar, parıltıdan yoksun biçimlerdir çoğunlukla.
***
Eskiler, tanıklıkta ve hafızayı yaratıcı körlüğe zorlamada modern çağın insanına göre daha becerikliydi. İyileştirici unutkanlığın nesnel olanaklarına sahiptiler çünkü. Madde yaşamı ve coğrafya buna izin veriyordu. Mistisizm şimdikinden epey farklı bir anlama denk düşüyordu. Çağımız mistisizmi ise, imgesel bir dokunulmazlık içine hapsedilen, böylece yaşamsallığını yitiren bir faydacı mantıksallıkta tanımlandı. Bu mantık, tüm yüzey kirliliğini, zaman zaman soyut değerlerden de faydalanarak gerekçelendirebiliyor artık. Yaşanan şey trajedi… Onun “söylemi” ise muteber… Gerçeklik ve söz arasındaki tutarsızlık varabileceği en uç sınıra ulaştı. Alaycı tutum, ‘değer’ adı verilen şeyin olumsuz sonuçlarını rahatlıkla kendi boş vermişliğinin meşru gerekçesine dönüştürmeyi başardı. Yaşamdaki sahte istikrarın parodisi, bir zamanlar yoğun ve zengin olan pratiği de hiçliyor. Uzun sürmüş bir evrensel yanılgıdan sonraki başka tür bir düşme bu. Terry Eagleton’ın isabetli analizinde ifadesini bulan hakikat:
Bazen acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılan, her türlü metafizik ağırbaşlılığın altını oyan, kasıtlı olarak amaçlanmış derinlik yokluğu…[7]
Söz konusu eğilim, kendi içinde tutarlı ve kudretli gibi görünse de, baskı ve çözülme devirlerindeki kaçış hatlarının ve direnme pratiklerinin üstüne çıkabilir mi, henüz bilmiyoruz. Gene de söz konusu durumun yanılgıdaki ısrarın ve gerçekliğe sırt çevirmenin ağır bir sonucu olarak maddi bir güç kazandığı açık. Öyle anlaşılıyor ki düşünce, uzun süre bu meseleyle meşgul olacak ve boş vermişliğin ya da ironinin rahatsız edici haklılığıyla, kendi kutsal dayanakları arasında bocalayıp belli bir denge oluşturmaya çalışacak.
Taner Gülen
[1] Michael Haneke, La Pianiste, 2001.
[2] Fitzgerald’dan aktaran: Gilles Deleuze, Anlamın Mantığı, Çev: Hakan Yücefer, Norgunk Yayıncılık, 2015, İstanbul, s.78.
[3] Samuel Beckett, Hiç İçin Metinler, Çev: Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, s.139.
[4] Georges Bataille, Rahip C, Çev: Didem Eryar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, s.182.
[5] William Faulkner, Ses ve Öfke, Çev: Rasih Güran, YKY, İstanbul, 2017, s.68.
[6] Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, Çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 325.
[7] Eagleton’dan aktaran: David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul, 1999, s.21.