
Başımı kitaptan kaldırdım, dışarı baktım. Caddede dönüş trafiği başlamış, Banu neredeyse gelmek üzere. Ölü numaram için son bir prova. Boynu eğ, gözleri kapa, ağzı aç. Dudağın kenarından akan az miktarda salya sahneyi güçlendirir. Tek gözümü açıp Banu’nun kaş alırken kullandığı el aynasında nasıl göründüğüme baktım. Gayet ölüyüm işte. Kitabı yere bıraktım, ölünce elimden düşmüş gibi.
Salona girince önce uyuduğumu düşünecek tabii ama zihninde o şüphe hemen belirecek. Yaklaşıp nefesimi kontrol edecek. Nefes tutma egzersizleri işe yaradı, bir dakika yirmi yedi saniye. Bu onu panikletmeye ya da umutlandırmaya yeter. Hangisinin ağır bastığını anlamak için iyi bir fırsat, yeterli bir süre. Ne düşündüğünü biliyorum zaten, bu sadece teyit etmek için.
Bir de sürekli her şey yakında yine eskisi gibi olacak, diyor. Ne büyük palavra. Kendisinin de inandığı yok bence. Bakalım bu Florance Nightingalecilikten ne zaman sıkılacak. Pansumanımı yaparken yüzündeki o bakış çok uzun sürmeyeceğinin kanıtı aslında.
Saate tekrar baktım, bugün terziye uğrayacağı geldi aklıma. Pantolonlarım, eşofmanlarım hatta şortlarım bile tadilatta, hepsinin sağ bacağı kesilip ucundan dikilecek. Yürürken boş boş sallanmaları sinir bozucu. Hepsini kestirmeyelim, dedi Banu. Belki fikrimi değiştirirmişim. Ne protezler varmış, ne olurmuş bir baksam, denesem. İstemiyorum, dedim bin kere. Peruk takmak gibi bir şey. Bir şeyin yoksa yoktur. İlla her boşluğu dolduramaya çalışmak saçmalık.
Markete de uğramıştır, dün gece atıştırmalık bir şey kalmamış diye kıyameti kopardım. Uykusundan uyandırıp, boş abur cubur çekmecesini gösterdim. Bu çekmeceyi daha önce hiç boş gördü mü. Görmemiş. Evet görmedi çünkü o zamanlar iki bacağım vardı. Ona kaç bacağı olduğunu sordum, cevap vermedi. Cevap verinceye kadar sorumu tekrarladım. Sonunda ağlayarak iki, dedi. Lanet olası iki bacağım var. Çekmeceyi gümbürtüyle kapadım. O zaman, dedim, şu lanet çekmeceyi dolu tut.
Ben de onun kazadan tek bacaklı bir kadın olarak kurtulmasındansa oracıkta ölmesini isterdim. Banu kendini benden daha iyi biri sanıyor, olmadığını anlaması an meselesi.
Kazadan onun tek bir çizik bile almadan çıkması hiç adil değil. Aramızdaki dengeyi mahvetti. Hiç olmazsa serçe parmağı kopabilirdi, ya da kamyonun arakasında yüklü demirlerden biri gözüne denk gelebilir, tek gözünü kör edebilirdi. Ön camdan sıçrayan parçalar yüzünde derin kesikler açabilir, bakanların tüylerini diken diken edecek izler bırakabilirdi. Kazadan sonra da kazadan önceki kadar güzel. Hatta sanki şimdi daha güzel.
Elimi battaniyenin altına sokup pantolonun boş bacağını yokladım. Boşluk kaşınır mı, kaşındı. Kaşıyacak bir şey bulamadım. Doktor bu tür durumlar için ilaçlar verdi. Psikolojik terapi, grup terapisi gibi saçmalıklar da önerdi. Merhaba, ben Selim. Araba kazasında sağ bacağımı kaybettim. Bakıyorum da siz de sol bacağınızı kaybetmişsiniz. Arkadaş olalım mı.
Uzandım, sehpanın üstündeki kuş kafesinin alt kısmını çıkardım. Kabukları koltuğun, sehpanın etrafına saçtım. Tünekteki muhabbet kuşuna baktım.
Buraları böyle kirletmeye devam edersen önce senden kurtulacak haberin olsun. Zaten bütün gün çalışıyor kadın, bir de senin pisliğinle mi uğraşacak.
Aslında pencereyi, kafesin kapısını açık unutmak, bu geveze şeyden kurtulmak kolay ama ya Banu özgürlüğüne kavuşan kuşun yerine köpek alırsa. Üstelik bir kurt ya da golden da almaz, illâ küçük, beyaz kıvırcık bir kaniş. Sürekli kaşlarını kaldırıp lülelerinin arkasından bakan, kuyruk sallayıp oyun isteyen bir yavru. Böyle bir şey etraftayken tek bacaklı, öfkeli bir pislik olmak hiç kolay olmaz.
Telefonumdaki google, youtube geçmişini sildim. Birkaç porno sayfa, pek de komik olmayan bir adamın stand up denemeleri, muhabbet kuşlarının cinsiyetini nerden anlarız, klonlamayla protez uzuv. Hepsini sildim. İntihar yöntemleri, ölüm şekline göre hissedilen acı, boğucu gaz soluma başlıklarını arattım. Banu’nun bunları kontrol ettiğini fark ettiğimden beri aklını başından alacak başlıklar aratmak en büyük zevkim. Dün de cıvayı kulağa doldurarak intihar etmekten bahseden bir blog yazısının ekran görüntüsünü albümlerime ekledim. Nereden uyuşturucu temin edebilirim diye aratmıştım geçen hafta. Muhabbet kuşunu da zaten ondan sonra aldı.
Anahtar sesi beklerken oturduğum berjerin yanındaki cam tıkladı. Tülün arkasında, Banu’nun silueti. Arka bahçede ne işi var. Tülü araladım. Önce elindeki turuncu çiçekleri sonra da camın altındaki toprağı gösterdi. Belki de google’da o saçma sapan aramalara artık bir son vermeliyim. Önce kuş şimdi de bu çiçekler. Umudu yeşertelim, hayata tutunalım, her şeye rağmen yaşamak güzel saçmalıklarından bıktım usandım. Elimle küçük bir yay çizdim, eve gelmesini işaret ettim. Umursamadı, telefonunu çıkardı, aradı. Bir süre çalan telefonuma baktım, onun çiçek heyecanına ortak olabileceğimi hiç sanmıyorum. Israrla çaldırıyor, mecburen açtım. Sesinde yine o yapmacık neşe.
Uzun ömürlü, her türlü toprakta yetişebilen, gübre ihtiyacı olmayan civanperçemleri sezon boyunca çiçek açmaya devam eder.
Ne saçmalıyorsun allah aşkına. Neden bahsediyorsun.
Etikette aynen böyle yazıyor işte. Civanperçemleri diyorum, harika çiçekler. Bakımları o kadar kolay ki tek yapmamız gereken onları ekmek. Sulamamıza bile gerek yok.
Tabii ya, tam da ihtiyacım olan şey. Dur bahçıvan tulumumu giyeyim, hasır şapkamı da alıp geleyim.
Telefonu yüzüne kapadım, tülü çektim. Ölü numarasının başka bir güne kalmış olması ne kötü. Şimdi, öldüğümde buna sevineceğini ispatlamam için pazartesiyi beklemem gerekecek.
Banu içeri girince elindeki torbaları bırakmadan salonun kapısından bana bir öpücük attı, doğrudan mutfağa geçti. Çiçekleri bahçede bırakmış.
Senin güçlü olman lazım demiştir o psikolog bozuntusu. Evcil hayvan, saksı çiçekleri hep o kadının başının altından çıkıyordur. Kadının muayenehanesinde Josephine koltuğu var. Görünce inanamadım. Mor kadife şilteli, varak oymalı. Josephine koltuklu bir doktora nasıl güveneceksin dedim Banu’ya. Ne varmış bunda. Buyurun Banu Hanım uzanın şöyle. Bu hafta nasıldı, hâlâ çok öfkeli mi, her şeyden kavga çıkarıyor mu. Kuşla arası nasıl, kabuslar devam ediyor mu. Her boku böyle soruyordur. Banu da anlatıyordur ayrıntılarıyla.
Mutfaktan seslendi.
Gelirken balık pazarına uğradım, derya kuzusu bunlar.
Günümün nasıl geçtiğini sormayacak mısın?
Eminim yapacak bir şeyler bulmuşsundur.
Geçen gün kavgayı buradan çıkarmıştım, bunu sorduğuna pişman etmiştim. Tek bacaklı, artık ayakta bile işeyemeyen bir adam, bütün gün evde ne yapabilirdi ki.
Koltuk değneklerine dayanarak mutfağa gittim, kapıda dikildim.
Balıkçı kesin kazıklamıştır seni. Ne aldın?
Torbadaki son abur cuburları da çekmeceye yerleştirdi.
Lüfer aldım.
Al işte, buyur. Kazıklanmışsın. Lüfer çoktan geçti, şimdi çinekop zamanı.
Kıkırdadı. Pırıl pırıl iki çinekopu torbadan çıkardı, gururla tezgâha bıraktı.
Hamlelerimi ustaca tahmin etmesi sinirimi bozdu.
Roka da aldım, cennet rokası bunlar.
Sen de kanatsız meleksin zaten, burası da cennetten bir köşe, öyle mesuduz.
Yüzündeki gülümseme silindi, gözleri gölgelendi. Tezgâhta yan yana duran iki ölü balığa baktı. Belki de aklına kaza geldi. Yolun ortasında yatan bir beden. Gazete kağıtlarıyla örtülmüş bir adamın cesedi. Öyle olmasını istedi belki de. Öyle olmamıştı işte, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan hayat görünürde bizden sadece benim sağ bacağımı aldı.
Masadaki torbaları karıştırdım. Biri mavi, biri kırmızı iki deste iskambil kâğıdı buldum.
Bunları ne yapacağız? Pişti mi oynayacağız, fal mı bakacağız?
Soruyu duyar duymaz arkasını döndü. Musluğu sonuna kadar açtı, balıkları yıkamaya başladı.
Ben strip poker oynarız diye düşünmüştüm, pişti de olur tabii.
Kafasındakini hemen anladım, o işi kazadan beri yapmadık. Bunu gerçekten kendisi mi istiyor, yoksa o gerzek psikolog mu soktu kafasına. Zamanı geldi, günlük rutinlerinize ne kadar çabuk dönerseniz o kadar iyi. Bir evliliğin ayakta kalması için bu şart. Yemek yemek, uyumak kadar gerekli falan demiştir, bilmiş bilmiş. Neyse ki Banu daha gerçekçi. Bu iş için gerekli cesareti toplamamıza tek şişe şarabın yeterli olmayacağını düşünmüş, iki şişe almış. Bravo.
İskambil kağıtlarını çöpe attım, çekmeceden tirbuşonu aldım. Madem öyle içmeye şimdiden başlamak lazım.
Yarın gelirken de monopoli almazsın inşallah ya da kızma birader.
İskambil destelerini çöpten çıkardı, buzdolabının üstüne koydu.
Ne var yani biraz eğlensek, gülsek. Ölür müyüz.
Ölmeyiz. Ölsek iyi, sakat kalırız.
Balıkları kızartmaya başladı, bir yandan da kadehinden büyük yudumlar alıyor. Pantolonlarımın durduğu poşete baktım. Hangi terziye gitti acaba. Her zaman gittiğimize mi. Daha iki ay önce yeni aldığım pantolonu götürmüş, duble paça yapmasını istemiştim. Ağbiye bir şey mi oldu, diye sormuş mudur. Banu’ya şükürle karışık acıyarak bakmış, hatta belki indirim yapmıştır. Banu durumu anlatmış mıdır yoksa hiçbir şey söylemeden ödemeyi yapıp çıkmış mıdır.
Poşeti ters çevirip pantolonları mutfağın ortasına döktüm, koltuk değneğinin ucuyla öbeği dağıttım.
Parçalar nerede?
Hangi parçalar?
Hangi parçalar olacak, terzinin kestiği parçalar.
Atmıştır herhalde.
Onları sana geri vermeliydi. Yani bana.
Dişçi geçen sene yirmilik dişimi çektiğinde onu bir plastik kaba koyup bana geri vermişti. Annemin doktoru da safrasından çıkan taşları aynı şekilde anneme vermemiş miydi. Geçmiş olsuna gelenlere kabın içindekileri gösterip işte o dayanılmaz ağrıları yapan hep bu koca taşlarmış diye anlatmıştı.
Cerrah da bacağımı bir kutuya koyup bana verebilirdi. Ne yaptılar ona, çöpe mi attılar, gömdüler mi, asitte mi erittiler.
Şimdi o lanet olası terziye gidecek, vermediği o parçaları alacaksın, tamam mı. O eksik parçaları istiyorum.
Kızartma tavasına baktı, önlüğünü çıkarıp kapının arkasına astı.
Bir duş alacağım.
Derdi temizlenmek değil, ağlayacak. Sakın onun yanında ağlama demiştir o soytarı psikolog. Güçlü ol, güçlü dur.
O duştayken balıkları kızarttım, masayı kurdum. Poşetlerin birinin içinden çıkan mumu yakmadım, önce çöpe attım sonra çıkarıp buzdolabının üstüne iskambil kağıtlarının yanına koydum.
Banu gelince balıklarımızı yedik, şarabımızı içtik. Yemeğin sonuna doğru göz ucuyla Banu’ya baktım. Derin V yakalı dar elbisesini giymiş. Öyle güzel ki. Ağladığı belli olmasın diye hafif makyaj bile yapmış. Uzanıp elini tuttum. Tabağına bakarak gülümsedi.
Pantolon parçaları bize lazım, dedim. Neydi o yama yama olan battaniye. Ondan yapacağız. Soğuklar geliyormuş bak.
Elime vurdu, Çok şapşalsın, dedi.
Yatağa uzandım, tavana baktım.
Pantolonumu çıkarmasan olur mu.
Peki. Elbisemi çıkarayım mı?
Sen bilirsin.
Pantolonumun fermuarımı açtı, üzerime çıktı. Gözlerini duvardaki düğün fotoğrafımıza sabitledi.
Memelerini kavradım, ne kadar güzel olduğunu unutmuşum. Galiba olacak.
Gözlerini fotoğraftan gözlerime indirdi sonra kapadı. Her şey birden çöktü.
Bütün gücümle üstümden ittim. Yatağın yan tarafına devrildi.
Başka birini hayal ediyorsun, tam birini.
İnkâr etmedi, kalkıp pijamalarını giydi.
Doktor ilk denemenin başarıya ulaşması küçük bir ihtimal demişti. Normalmiş. Daha sonra tekrar deneriz.
Fermuarımı çektim, koltuk değneklerini aldım, tek bacaklı bir adam ne kadar hızlı olabilirse o kadar hızlı antreye doğru ilerledim.
O kaltağın bir bok bildiği yok. Eğer gözlerini kapamasaydın.
Kapıyı çarpıp, haftalar sonra ilk defa evden çıktım.
Gece sessiz, soğuk. Yakamı kaldırdım, düğmelerimi ilikledim. Sokağın parke taş döşeli olduğunu unutmuşum. Düşersem kalkamam. Yürümenin bu kadar zor olması saçmalık, üstelik gecenin bu saatinde nereye gideceğim. Turgut’u arasam, gel beni al desem. Turgut da hiç çekilmez şimdi. Neden telefonlarıma bakmıyorsun, işe ne zaman gelmeyi düşünüyorsun, buna da şükür, ya iki bacağını da kaybetseydin.
Dönüp eve baktım, yatak odasının ışığı hâlâ yanıyor. Tam o sırada salonun ışığı kısa bir süreliğine yanıp söndü. Kuşu kontrol etmiştir, yemini, suyunu. Yürümeye devam ettim. İki sokak alttaki tekelden bir bira alır, ne yapacağıma, nereye gideceğime orada karar veririm. Belki de iki bira içer, eve dönerim, başka nereye gideceğim. Banu o zamana kadar uyumuş olur.
Köşeyi döndüm, sokağın sonunda, tekelin olduğu yerde kızlı erkekli kalabalık bir grup. Şimdi geri de dönemem, mahalleden kimse olmasa bari. Kapüşonumu taktım, başımı önüme eğdim. Fizik tedavi randevularına gitmediğime pişmanım. Koltuk değneklerini kontrol etmek ne zor.
Güven Tekel tabelasının yerinde neon ışıklı bambaşka bir tabela. Dragon Karoeke Bar. İki başlı ejderha yanıp sönüyor. Bir başıyla sağdaki mikrofona, öbür başıyla soldaki mikrofona şarkı söylüyor.
Etrafıma bakındım, kimsenin beni umursadığı yok. Rahatladım, yine de bardan içeri girmeye cesaret edemedim. Karşı kaldırımın karanlık köşesine çekildim, sırtımı duvara yasladım, izlemeye başladım. Kalabalık tasasız, dalgacı, oldukça da gürültücü. Çoğu çoktan kafayı bulmuş. Bu hem hoşuma gitti hem de sinirimi bozdu. O sırada karanlığın içinden bir el, omzumu dürttü. Çekik gözlü, yerden bitme bir adam. Cigarasından derin bir nefes çekti, el çabukluğuyla ağız kısmını bana döndürdü, ikram etti. Bu yerden bitme, cinden bozma geldiğimden beri burada mıydı, beni mi izliyordu. Bir sen eksiktin. Tereddüdümü fark edince, sigarayı biraz daha ileri, burnuma doğru uzattı. Başını al işte, nazlanma, der gibi salladı. Bu merete bu şam şeytanından daha çok ihtiyacım olduğu apaçık ortada. Elindekini aldım, kısa bir nefes çektim, geri uzattım. Adamın çekik gözleri iyice kısıldı. Sigarayı almadı, bu kadar mı yani der gibi bir surat yaptı. Bu kez derin bir nefes aldım. Neon ejderhanın burnundan yeşil bir duman çıktı, etrafımı sardı. Bardan öfkeli, asi bir kadın sesi yükseldi, ağıta benzer bir şarkı söylemeye başladı. Eski dostu karanlığa sesleniyor, yine seninle konuşmaya geldim diyor. Çünkü usulca sürünen bir hayal o uyurken tohumlarını zihnine bırakmış. Şarkı çok tanıdık, hatırlamak için cigarayı kökledim. O sırada yeşil neon gözlü ejderha bir ıslık çaldı, sokak bir arabanın farlarıyla aydınlandı. Burnumda yanık lastik kokusu. Araba kaldırıma yanaştı, önümde durdu, içinde de iki bacaklı ben. Üstümde kaza günü giydiğim gömlek. Cigara işe yaramaya başladı, bulutların üstündeyim, bir tüyden hafif. Keyfim yerine geldi. Ensesine bir şaplak attım. N’aber lan Selim, dedim arabanın içindeki kendime. Dikkatli kullan, kaza falan yapma bak.
Koltuk değneklerimi gösterdi.
O iş bende, halledeceğim ben. Seni tam yapamıyorsak onları eksiltiriz.
Kimi demeye kalmadan, kalabalığın içinden üç genç adam kahkaha atarak arabaya bindi.
Nereye götürüyorsun onları, dedim arabadaki kendime.
Göz kırptı, cigarasından son bir nefes alıp bana uzattı. Teypte çalan şarkıda öfkeli kadın, İnsanlar diz çöküp yarattıkları neon tanrıların önünde dua ettiler, diye fısıldadı.
Ejderhanın kırmızı neon kuyruğu uzandı, arabanın arkasına bir şaplak attı. Bekleme yapma, devam et.
Arabam sokağın sonunda gözden kaybolurken sokağın başından tekrar göründü. Direksiyonun başında da yine ben. Tam olan. Arabaya tam binen adamlar, tek bacaklı indiler, arkama karanlığa doğru geçtiler. Ejderhanın kuyruğu uzadı, kıvrıldı, kendi ağzına girip bir çember oluşturdu. Kırmızdan turuncuya dönen neon bir çember. Boşalan arabama üç adam daha bindi. Hastanenin ameliyathanesinde üst üste biriken sağ bacakları düşündüm. Ejderha öbür başıyla barın bahçesinde büyük bir çukur kazdı.
Tam sokağın başında arabam tekrar belirmişti ki, yerden bitme, cinden bozma sordu. Karını tekrar mutlu etmek ister misin?
Koluma girdi, beni bara doğru sürükledi. Biz başına gelince kıvrılarak barın derinliklerine inen merdivenler aydınlandı. Merdivenlerin başındaki tabelada Dragon Klonlama yazıyor. İki başlı ejderha bölünmüş iki ayrı ejderha olmuş. İkisi de mutlu görünüyor.
İstersen seni de kopyalayabiliriz.
Tabelayı gösterdi. Bu işte iyiyiz. Biz koyun değil ejderha klonluyoruz. Kopyan yine tam olacak, karın buna sevinir değil mi.
Başımı salladım. Karım buna bayılır.
Tabii, artık gözlerini kapamasına da gerek kalmaz.
Peki ben ne olacağım.
Bilmem. Kulağına cıva doldurmaya ne dersin. Ya da şirin bir ege kasabasına yerleşebilirsin. Bundan sonrasını kopyan halleder.
Merdivenlerin sonunda yeşil bir kapı. Kapının üzerinde bir ekran. Ejderhalardan biri öbürünün başına balyoz indirdi. Artık vazgeçemem değil mi. O balyoz başıma inecek. Ölen ejderha yeşil bir duman olup yok oldu, öbürü kenarda bekleyen dişi ejderhayı koluna takıp gitti. Sonra film tekrar başladı. Banu’yu düşündüm, kol kola kopyamla yeni pantolonlar almaya gittiğini. Çekik göz şifreyi girince kapı açıldı. Büyükçe bir salon, iki mor Josephine koltuğu. Yok daha neler. Josephine koltuklu bir kloncuya nasıl güvenirim. Sağ taraftakini gösterdi, uzan dedi. Pek karşı çıkacak durumda değilim, mecbur uzandım. Üzerime bir battaniye örttü, pantolonlarımın parçalarından yapılmış, kırkyama.
Yaslandığım duvarın dibinde uyandım, ay hâlâ tepede. Öfkeli kadın hâlâ aynı şarkıyı söylüyor. Aptallar, diyor. Siz bilmiyorsunuz. Sessizlik büyüyen bir boşluk gibidir. Yanıma baktım kimse yok. Koltuk değneklerime dayanarak doğruldum, eve doğru yürüdüm.
Anahtarımla kapıyı açtığımda yatak odasından Banu’nun kıkırdamalarını duydum. Yalnız değil. Bir erkek sesi, üstelik çok tanıdık bir erkek sesi, Rest, diye bağırdı heyecanla. Koridoru hızla geçtim, kendimi yatak odasının kapısında buldum. Kapı kapalı. Eğilip gözümü anahtar deliğine dayadım. Yatakta oturmuş poker oynuyorlar. Banu’nun arkası dönük, üzerinde sadece külotu kalmış. Karşısında minik ejderhalı boxerımla bağdaş kurmuşum, yüzümde kocaman, şapşal bir gülümseme.
Banu şımarık bir sesle, Kesin hile yapıyorsun sen, dedi.
Hile falan yapmıyorum, bu gece çok şanslıyım, dedim, yani kopyam dedi.
Sonra elindeki kartları sanki Banu’ya değil de kapıya doğru, bana gösterdi.
Hiç şansın yok, floş royalı geçemezsin.
Banu’nun külotunu işaret etti.
Ben mi çıkarayım, sen mi çıkarırsın.
Banu önce kendininkini sonra benimkini yani kopyamınkini çıkardı, üstüne çıktı. Tutkuyla seviştik, yani seviştiler.
Salona gidip berjerime oturdum, biraz dinlenmem gerek, sonra ölü numaram için son bir prova.
Deniz Eldam
Muhtesemmm , bir solukta okudum…Kaleminize sağlık Deniz Eldam 🤗
Sağlam kurgu, akıcı dil, berrak anlatım. Kaleminize sağlık Deniz hanım.
İnsan ruhunun en kırılgan hali hem mucizesi hem de laneti olsa gerek. Eksilmelerimiz, tamamlanmalarımız çok güzel anlatılmış. Kaleminize sağlık.
güzel öykü. emeğinize sağlık.
Bir solukta okudum. Emeğinize sağlık Deniz hanım.