
I
Tarih aşkla köpeklik edenlerin yahut göğsünde madalyonla şişinenlerin gömütlüğü olsaydı yas günlerinde ne renk giyinirdi insanlar, E.?
Kılıcına keskin sadakatten yargılanan bonkör olabilirdin. İcat edilmenin tahrifi boşluk yaratırken kolunu kışı sanan birine dönüşmeden önce. Karın yağmadığı yeni zamanı. Sen koklayabilirdin.
Kendi dilinde bir anlama değmeyen yorgunluk benimkisi. Suskunluk. Dahasına korkmadan ilerlemek. El yordamıyla şekil vermek.
Hevessizim; kabasına, yılgına varan atlaslara göre şekiller birikiyor gözüm sıra. Bir yeryüzü replikası düşerken avucuna parmakların inceliyor. Ellerinden yaşlanıyorsun, bir kadın ancak ellerinden yaşlanır diyorlar. Yalvacın ilham değeri taşıyan muştusu oluyor bu. Eve aslına uygun dönen yalvacın.
Yolüstünde, ayazmaya giderken. Belki daha kaç yıllar var, deriz. Sonra olur dediklerimiz sonra olur ya. Kimisini iyi kanat yerden yükselir gibi yaparız. Kimisini de o türbelere, ağaçlara bağlarsın. Sık dursun sırrın bir avuç kumaş içinde.
Geriye doğrusun değil müşterek hafıza. Sen eskideni unutamazsın. Bir gömlek şansı, bir kırık düğme. Yanlış makas aynı yerden iki kere vurmaz çünkü. Gökyüzüne bakanların birbirini beklediği. Bu derin miktar boşluk.
Eva,
Menfide ısrar ruhunu yaralıyor. Geçimsizlik yaka giyit, Terzi Efram ustalığı. Taşları kaldırıp altlarına baktın kaç gün. Kasabanın üzerinde dolanıp dolanıp bulut kalan, düşmeyen yağmuru kolladın. Taş ev ve ölüsüyle yaşamakla yitirdin belli belirsizliğin anısını.
Merhamet hamurdandır. Çiğnenmiş ve tükürülmemiştir. Onu öğretemezler. Orman yanarken kaplumbağaları taşıyor, onlar iki evini kaybedecek diyordun. Kabuklarından olmasınlar. Ağaçlarından oldular; yapraklarından, otlarından, kozasında ve tüneğinde dostlarından, avlarından oldular. Sırtları soğusun, sırtlarında dursun, çıkmasınlar. Canları kalsın.
Yarın uzun, yarından sonraki yarın daha uzun. Zaman birbirine kavuşamayanlarla çoğalır, pekişim teraziye çıkar. Bunca yarın birikmiş ardımızda. İnsan olmanın sonu gelmiş. Daha kaç ölüm kokusu sırtlarız. Hastalıklardan ve kıtlıklardan daha kaç insan yaşarız.
Buraya kadarı korkuyla genişlettim – eski bahçemizdeki yavanlık. Dönüşüne kadar hoşça kal, dönüşüne kadar kimseye merhamet edilmeyecek. Bil isterim.
II
Rüzgâr kulakları terk etmiş. Sesin alçaklığı yeni bir tarih. Bağırmak yok. Bağırarak anlaşan kasabalılar yok. Çünkü rüzgâr kulaklardadır ve ses usul sokulgan. Kasaba tepede, tepe kuzey denizden, yalıyardan kopardığı rüzgârı, buraya, kulaklara taşıyan boğazdadır.
Gidincenin güzeli. Yoksul yerler ilkin devletin, doğumuna tanıklık ettiklerinin inkârı. Yaşamamak da yaşamaktır – Vüs’atbeğ Orkestrası gelecek, biletsiz ama meşrubatlar on para, azından içmen gerek. Koçandan iki bilet kestiriyor. Evvelsi. Şu üzerindeki kalabalıkları çıkar at diyor adam. Kadın demişti, karından bize ne. Bir otel odasında istisnasızdılar. Burnuna ohluyordu adam, karnını yumuşatıyordu kadın. Kasıklarında su torbalı biri tıklatınca kapıyı kalakaldılar. Çarşafların da duruştuğu bir hava muhalefeti baş gösterdi ahşap tavan ile yatak arasında. Sonracığım bekletildi. Kapının altından ellilik toslatıldı.
Akşama ve merhabaya hazırlandılar. Rezil bir iyilik yapmıştın ondan dedi kadın. Boşboğazlık ettim ondan dedi adam. Kadının siyah elbisesinde bir eksik hisse. Çantadan bir çift eldiven. Tombul parmakları adamın. Broşu bırakıyor, göğsünde bir yere. Kuş kondurmak gibi bazı anlar, küçük eşlikçilik.
Hava karartmasına varınca cemiyet toplandı, siniler kurdular. Rakının büyükleri büyüklü küçüklü içildi. Hakkında söz söylenmedik kimse kalmadı. Kadehler yeni dolaplara, fırıldaklara, lakırdılara kaldırıldı. Yıkılanların, devrilenlerin, öğürenlerin ve odalara geçenlerin bir bir arkasından konuşuldu. Sona iki kişi kalmamak için kupa beşlisi aniden vedaya tutuştu. Hepsi yollarına gitti.
Sanıldı.
– Beni sevmeyeceksen bu şehre neden geldin diye sormuştun.
– Geldiğimde haberin olur mu demiştin.
– Bilmemek yorgunlukmuş.
– Verdiğin her şeyi aldın, susup aldın. Aramızı aldın.
– Sevda olmalı, sevdamız olmalı. Bunu ikimiz başarmalıydık. Dünyada ters giden şeyleri yıkıp güzel şeyler başarmayalı epey oluyor.
– Neden güzel şeyler başımıza gelirken bu kadar tereddüt ediyoruz?
– Peki söyle, unutmak hatırlamamak mı?
– Hatırlamamak afettir.
– Bir yaz gecesi rüyası gibi?
– Hayır. Kışın herkes dürüsttür.
Garnizona giriyor adam. Şemsiyesini kadınla bırakıyor. Kirpikleri kar eden yağımda kendisine tutunmuş. Biri ihtilaline biri ülkesine dönecek. Rüzgârla giden olacak kadın, kulaklarındaki sesi unutacak. Yolun bittiği yerde, yolun bitimini gördüler; ısrar edecek, birbirlerini dalayacak zamanlarını geçmeseler meftun olurdular. Anlansın isterim.
III
93 Harbi zamanında, daha savaş çıkmazdan, Ruslar gelecek diye, daha Ruslar gelmezden terk etmişler: Şemre, bir ufak nahiye. Göçtür, ölenleri kalanları, arkalarında bıraktıkları, yanlarına aldıkları… Yurt nereye taşınabilir? Canın sağ olacak yere. Herkesin dedesi, nenesi kahraman değil, hayatta kalanlarımızın bazıları ödleklerin mirasını taşıyor göğsünde. Kalıtımsal boşluk doldurulamıyor, bu düzenin bir aksayan ayağı da o.
Bildiğimiz en mühim ve canlı hikâyenin kahramanları sivrisinekler. Olmasalar, yurdun yeri ova yahut işlerini iyi yapsalar, sıtmayı koyuverseler gövdelere daha batıya kayabilirmiş. İstanbul neden değil? Hep sivrisinekler.
Bugün Gürcülerin düzen kurduğu köye çadırlar kurulmuş. Telliler, Mollalar, Zencerler hep aynı soy, hep dağlı. Sivrisinek görmemişler yükseklerde, saldırılarını da. O gece kabarcık kabarcık tutuşmuş, yanmışlar. Demişler biz düzden değiliz. Yükseklere bakmışlar, çadırlar toplanmış, yeni yurt yeri aranmış. Burayı bulmuşlar. Burası da sahipsiz değilmiş. Kıvırcıklar yaşarmış. Onlara altın, para, değerli ne varsa vermişler. Eldekini avuçtakini. Tabii tehdit de etmişler, onca insanız, kalktık geldik, yaşayacağız elbet.
Doğuda gümüş madeninde çalışırmış bazıları: Süleymanbeğ, Alibeğ, Hasanbeğ, Ömerbeğ, İsmailbeğ, Veyselağa; bazıları rençbermiş, kadınlar ekermiş daha çok, Kamerhatun, Fatmana, Gülizarhatun, Pamukhanım, Esmahanım. Bazıları da duvar ustasıymış erlerin: şakülcü. Bu yeni yurtta bildiklerine bilmediklerini katıp öğrene didine devam etmişler. Rençberler tütün ekmiş toprağa, toprak dinginmiş, çoğusu yer orman. Ormanı açmışlar yetecek kadar. Tütün bire bin vermiş. Zahmetliymiş ama bu meret. Yazın kışın derdi bitmezmiş. Zanaat sahibi olmak şart gelince kimi çıkıp şehre inmiş. Fabrikalar yok o zaman. Küçük atölyeler bile yok. Ustalar var, onların yanı, azarı, şamarı, adam etmesi var. Yeni yurdun kendi halinde zanaatkârlarından Hüseyinbeğ -namıdiğer Arabacı Hüseyin- ağaçtan, ağacın dilinden iyi anlarmış. Tel dolaplar, sandalyeler, çeşitli saplar, alet edevat ne lazımsa yaparmış ama asıl mahareti araba yapmakmış. Araba dedikse öküz arabası elbet. Herkes onu bilir, ona gelirmiş, ünü salınmış. O da az tüccar tabii, yedi çocuğu var, dört kerre evlenmiş, sıra sıra, hepsi ölmüş kadınlarının. Herkese fazla fazla yetecek toprak edinmiş. Araba yapmış bahçe istemiş, tekerlek döndürmüş bostan almış, boyunduruk onarmış bağ diye tutturmuş. Böyle böyle toplamış köyün yarıdan fazlasını Tellilerden Arabacı Hüseyin. Bizi ilgilendirenlerin diğeri Osman Çavuş, o duvarcı. Öyle acayip işler yapmıyor, kendi halinde. Onun da altı çocuğu var, aç tok yaşıyorlar, karşı mahalledenler ama onlar da Telli.
Sonracığım, gel zaman git zaman Arabacı Hüseyin kızı Gülbaharhatun ile Osman Çavuş oğlu Hayribeğ evleniyor. Hayribeğ de babası gibi duvarcı. Bu yerleri tastamam örünce şehre iniyor, orada iş tutuyor. Git gellik zor, tek göz bir oda düzüyor. Gülbaharhatun’la şehre göçüyor, bir ayakları gene yurtlarında tabii. Arabacı Hüseyin ve oğulları da şehre geliyor, onlar biraz daha varlıklı, üç kat çıkıyorlar evi. Bir de traktör alıyorlar, ilk traktör onların.
Gülbaharhatun ile Hayribeğ’in her yıl bir çocuğu oluyor. Yılda iki çocuk yapabilecek maharetleri olsa iki çocuk yapacaklar. Hayribeğ azman. Beşinci çocukları doğacak olduğunda kızıyor Hayribeğ karısına, bu çocuğu kaybet, diyor. Çocuk sanki tek başına yapılıp, tek başına kaybedilir bir şey. Gülbaharhatun çaresiz Gülsümanne’ye gidiyor, o da yeni gelin. Durum böyle. Kafa kafaya verip bir hal çare arıyorlar. Gülbaharhatun mevzuyu açsa babasına, ağalarına çekip alırlar onu, komazlar yahut Hayribeğ’i pataklarlar bir güzel. Demiyor. Hayribeğ’in akrabalarından biri, nerden bulmuşsa bir kutu hapla çıkıp geliyor gebelik üç ayına varınca. Gülsümanne içme sakın diyor ama Gülbaharhatun korkuyor herifinden. İlacı içiyor. Akşamına fenalaşıyor. Ateşler içinde, sancı sancıya. En büyük oğlu Osmanına kapanıyor, beni doktora ilet. Osman babası gibi hain, köpekler gibi eniklemeseydin diyor, hiç acıma yok anasına, sevgisi yok. Bitiyor Gülbaharhatun, belki acı sözden ölüyor.
Hayribeğ dört çocukla kalakalacak değil ya, karısının kırkı çıkınca körpecik bir kızla evleniyor. On beşinde kız. O zamandır adı On Beşli Hayri oluyor. İki aile arasında bir husumet beklenirken beklenen gerçekleşmiyor. Bu hadise yıllarla anlatıla anlatıla unutulup gidiyor.
1965 yılının aralık ayında, yirmi beşinde bir kadın her yıl gebe kaldığı için öldürüldü. Onun yüzünü çok az insan hatırlıyor – yalnızca bir fotoğrafı var. Yaşasın isterim.

Murat Çelik
Murat Çelik, dile sağladığı sayısız olanakla, onu bir şölene çeviriyor.
O bir dil ustası!
Her sözcüğü düşünülmüş; ne eksik ne fazla. Dil olmadan, büyük edebiyat yapılamaz. Ne şiir, ne öykü, ne roman yazılabilir. Teşekkürler Murat Çelik!