Neşe Cengiz

Mahallede kim taşınsa orada bitiverir Fahri. Mutlaka elden çıkarılacak bir şey vardır. Daha eli boş döndüğü görülmemiş. Koca buzdolabını tek başına sırtlamış. Tek nefes geçiyor önlerinden. Hey maşallah, sanırsın pazar çantası taşıyor mübarek. Üçe beşe bakmaz, bunu da okutup atar cebine birazdan. Kahvehanenin içinden sokağa tavla pullarının sesi yayılıyor. Ne kadar işe yaramaz varsa ön tarafa dizilmişler sübhaneke boncuğu gibi. O sıra kirden griye dönmüş plastik sandalye hareketlendi. Köse Ahmet fırladı ayağa. İşaret parmağı yamuk ağzının ortasında. Yılışık gülmesi etrafındakilere bulaşsın istiyor. Aman Fahri çakmasın. Şişe dibi gözlüklerle nereden çakacaksa cıvık ağızlının niyetini? Az önce gene madara oldu Köse, kuyruk acısını Fahri’den çıkaracak.

Bunun kafa her saat başı yeni bir iş kurar. İki muhabbet edeyim dediler, lafı imalathane açmaya kadar götürdü.

“Conta işinde iyi para var.”

Ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söyledi oturanlar.

“Lan oğlum su faturanı öde önce.”

Kimisi bıyık altından, kimisi yüzüne karşı gülerken devam etti. Herifteki surat değil, manda derisi.

“Tamam da bi dinleyin be. Atölyeyi kiraladık mı iş iki makine almaya bakar. Vallahi paraya para demeyiz.”

Bıkkınlar gülmeyi bırakıp çemkirdi bu defa.

“Hah, birikmiş kiranı verdin ev sahibine demek.”

Oralı olmadı, devam etti iştahla.

“Adam başı yüz oyro be. Onu da veremezsek suratına tükürürler adamın.”

Hep birden “Tuu!” çektiler suratına doğru.

“Amele geldiniz amele gideceksiniz anasını satiyim. Beter olun, çalışın karın tokluğuna.”

Hiddetlense de susmaz. Sermayeden girer, seri üretimden çıkar. Conta olmazsa kot pantolon, o da olmazsa don, atlet. Henüz bir işe girmişliği yok ama eline sermaye versen sallayacak piyasayı. Sallayıp attılar bunu kahvelerini höpürdetirken. Hiçbirine gücü yetmez. Fahri’yi dolayacak parmağına ki yüreği soğusun. Yandaki masada duran gazeteyi kapıp bağırdı.

“Ulan Fahri, dur hele. Filipinler’in başkenti, soldan sağa altı harf.”

Bırak garibi diyen gözler üzerine çevrildi. Bırakmaz. Biliyor bulmaca tutkunluğunu. Adamcağız adımlarını nefesinin ritmine uydurmuş gidiyordu ne güzel. Birden durakladı. Duraklayınca dengesi bozuldu. Omuzlarından geçirdiği halatı gevşetip ıkına ıkına indirdi buzdolabını. Kalın camların arkasında kısılan gözler emin olmuştu sesin sahibinden. Gülümsedi. İfadesi gerçek yansımasıydı hislerinin. Köse öyle miydi ya? Bakınca insan sureti. Kabukları soy hele, birinin altından yılan çıkar, birinin altından çakal. Küçükken beşikten düşürmüş anası bunu. Beyninin edep merkezi de o ara zarar gördü demek.

Fahri belini geriye kırarken kahveci seslendi.

“Ooo Fahri, gel yahu bir çayımızı iç. Az soluklan oğlum.”

Yeni bulduğu gömleğe terli avuçlarını silip yaklaştı. Doğru düzgün para harcadığı duyulmamış. Bulur, temizler, kullanır. Kuruşu kuruşa ekliyor gariban. Rutubetten dizleri sızlayan anasına cephesi güneye bakan bir ev alacak. Yedi buçuk numara gözlüklerden kurtulmak ikinci sırada. Hastaneler bir yere kaçmıyor sonuçta. Fakat karısı çoktan kaçmış. Güya fakirlikten bezmişmiş. Külliyen yalan. Baba evinde bir lokma ekmek bulamazdı haspa. Karınca misali çalışan adam bir güne bir gün aç açık koymadı. Meselenin aslını bilmeyen mi var? Beğenemedi kocasının mercek ardından bakan gözlerini. Belasını bulunca kös kös geri geldi ama geçmiş olsun. Fahri iki göz odasının da gönlünün de kapısını bir daha açmadı.

Sokağa bakan sandalyelerden tekine ilişti. Köse Ahmet’i bulmak için etrafı tarıyordu ki burnunun dibine kadar girip kahkahayı bastı düzenbaz. Kendisinden başka gülen olmayınca bozum oldu. Fahri anlamazdan gelip üç şeker attığı çayını karıştırmaya başlamıştı bile. Çocukluktan beri kanıksamış kör diye alay edenleri. Hepsini kafaya takacak olsa, o hoo… Başladı anlatmaya. Pasifik Okyanusu’ndan girdi yağmur ormanlarından çıktı. Ortadan terk demezsin. Ne bulsa okur. Bulmaca merakını zaten bilmeyen yok. En çetrefillisini beş dakikada çözer atar. Gazeteye verecek para nerde? Çoğu el sürmüyor kahvede, o sayfayı ayırıp koyuyorlar kenara. Akşamdan akşama uğrar, katlayıp atar cebe. Manila diyene kadar sabrını sınadığı Köse gazeteyi şakkadanak vurdu masaya. Pis suretinin en üstündeki insan katmanı yırtılıyordu yavaştan. Altından kan emicilerin en haini vızıldadı.

“Duydun mu, nasıl patladı Murat’ın çiğ köfteci?”

Fahri bir sıçradı ki az kalsın çayı devirecekti masaya.

“Ula ne ettin? Aklım çıkayazdı.”

Aklı henüz yerindeydi ama bu sivrisineğin kanına gireceği günün yaklaşmakta olduğunu bilecek kadar değil. Hayat bir yola sokuyordu ki zavallıyı, neresinden dönse eski yerine varılmaz. “İş kuralım be, para ticarette,” diye başlayan lafları kulağının ardına attı ilkin. Akşama dek asgari ücretle çalışıp işten arta kalan zamanını üç kuruş daha bulmak için tüketti. Anası romatizmadan sızlayan dizlerini sıktı, Fahri dişlerini. Ne kadar didinse ev parasını bir araya getiremiyordu. “Etrafına bak enayi!” dedi Köse. “Günlük şu kadar kazansak, bu kadarı şuna gitse geri kalan neyimize yetmez?” Çiğ köftecinin, iç çamaşırcının kazancını tısladı kulağına. Bizim neyimiz eksik cümlesi vızıldadı günler boyu. Dışı “sermayemiz eksik ula sermayemiz” derken, içi “ula olur mu ki” diye çınlamaya başladı. Hedefler yoldan dışarı ittiriyordu garibi. Anasının parmakları büküldükçe kazanç rüyaları Fahri’yi dürtüp duruyordu yatağında. Sonunda “Tamam ula, alalım makineleri!” deyiverip uzattı boynunu. Kuruş kuruş kenara koyduklarını boş bir hayale sermaye yaptı.

Çaylar yuvarlak tepside yaklaşırken “Bilek bu bilek,” diye zarları fırlattı sesin sahibi. “Bilek dedin de, ne kuvvet varmış bu Fahri’de!” diye gürledi karşısındaki. Günlerdir durup durup bunu konuşuyorlardı. “Vay anasını, dördümüz zor aldık elinden,” dedi dörtlüden biri.

Fahri’nin havaya uçan birikmişi, o munis adamın zıvanadan çıkıp kahvehaneye dalışı, Köse zannedip günahsızın tekinin boğazına doladığı halat bir müddet oyaladı sübhaneke boncuklarını. Adamın ölmediğine sevinmeyi ihmal etmediler tabii. Sonra yine kalıbımı basarım bu sene şampiyonuz, senin kalıbın ne ki muhabbetlerine çay katıp kaykıldılar sandalyelerinde.

Sabahtan akşama kanına giren Köse “Oğlum ticaret bu takma o kadar. Bi dahaki sefere.” diye çıktı kenara. O hoo, geçmiş olsun demek istediler devlet kapısında. Hemen herkes Fahri’yi suçladı. Anasının dizlerini sızlatan rutubetin, yetmeyen maaşın, fırıldak Köse’nin hiç kabahati yokmuş bu işte baksana. Kanmasaydı canım. Zavallı günlerce birikmişini kurtarmaya çareler aradı. Sonunda “Allah’a ısmarladık ana,” deyip evden çıkarken gömleğinin manşetlerini katlamıştı. Ne dirseğine kadar kıvrılmış kollar ne de tortop ettiği halat kimsenin gözüne batmadı. Öyle ya, yine sürükleyip götürecek bir eşya bulmuştur.

Ömründe sigara içmemiş adamın “Ver ula bir dal,” diyen sesi nasıl çatlaktı oysa. Ağzının ortasına yerleştirip öksürürken etrafı taradı. Yedi buçuk numara camların altında kanlı kanlıydı gözleri. Gördüğünden hiçbir vakit emin olamamış zavallı gözleri. Belki uğuldayan kulaklarından yorulmuştu. Başını öne eğdi bir müddet. Sonra yüzünde ne kadar çizgi varsa davul derisi gibi gerildi. İç çekercesine son bir nefes aldığı sigarayı küllüğe bastırırken öksürüğe boğuldu. “Ula, ula bırakır mıyım yanına!” haykırışı devirdi sandalyeleri. Arkasına geçip halatı doladı adamın boynuna.

Hayat bulmacası yenmişti Fahri’yi. Yanlış cevap vermişti. Bir sonraki baskıyı bekleyip düzeltme şansı verir mi adama? Zaten ertesi günün gazeteleri sekiz sütuna manşet yapacak değildi işin gerçeğini. Dünyada insan suretiyle gezen onca canavar varken herkesin başına gelirdi bu işler. Bulmaca karesinden bile küçük bir haber geçti.

“Halatlı canavar kahvehanede dehşet saçtı.”

Neşe Cengiz