Stammheim Dörtlüğü
(Bir Çocuğun Ağzından)

Adam öldürmek devletin tekelinde mi?
Yoksa ben de öldürebilir miyim istediğimi
Devleti öldürebilir miyim örneğin
Ve öldürmek istediğim öteki zulümleri

Ergin Günçe

Savaş rüzgârlarının fırtınaya dönüşmesi özellikle yaşadığımız coğrafya için neredeyse vaka-ı adiyeden sayılıyor. Dünyanın her yerinde menfaat, güç devşiren; kanla, çoğunlukla genç insanların kanıyla bedeli ödenen, insanlığın en eski ve acımasız oyunu savaş. Edebiyatın en sık işlenen konularından biri aynı zamanda. Savaş konusunda yazılmış sayısız kurmaca metin bir çırpıda sayılabilir. Bu metinlerin yanında; bir toprak parçası, şeref, inanç uğruna yaşamından vazgeçmeye ikna edilen, kimi de zorunluluktan savaşıp ölen sayısız genç insan var. Savaş konulu öykülerin, romanların, şiirlerin genç ölülerin karşısında ne önemi var diye düşünmeden edemiyor insan. Bu korkunç duruma bakmak ve işaret etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Edebiyat belki bir parça da bunun için var.

Italo Calvino’nun Sen “Alo” Demeden Önce adlı kitabında yer alan kısa öyküsü Vicdan savaşın ne olup ne olmadığını işaret eden en yalın öykülerden biri. William Saroyan’ın Uçan Trapezdeki Genç Adam ve Diğer Öyküler kitabındaki Kendi Savaşınızı Kendiniz Savaşın öyküsü de yine bir yazarın savaşla imtihanı denebilecek bir öykü. Benzer kurmaca metinlerin pek çoğu son derece kasvetli bir anlatıma sahipken söz ettiğimiz öyküler bu denli ağır bir konuyu yüzünüzde hafif bir tebessümle okuyabileceğiniz metinler. Bunda yazarlarının öykü dünyalarının zenginliğinin payı olduğu muhakkak. İki öykü de has yazarların, ağır meseleleri anlatmanın sayısız yolunu göstermeleri bakımından da dikkat çekici bana kalırsa.

Calvino’nun Vicdan öyküsü, Luigi adındaki gencin hikâyesi üzerinden savaşın anlamsızlığına gönderme yapan oldukça kısa bir öyküdür.

Bir gün bir savaş çıktı ve Luigi adında bir genç gönüllü olarak savaşa gitmek istedi.

Herkes Luigi’yi kutladı. Luigi tüfek dağıtılan yere gitti ve “Şimdi gidip Alberto adında birini öldüreceğim,” dedi.

Alberto denen adamın kim olduğunu sordular ona.

“Bir düşman,” dedi, “benim bir düşmanım.”

Ona istediği düşmanı değil de, belli nitelikteki düşmanları öldürmesi gerektiğini anlatmaya çalıştılar.

Luigi’ye savaşın özel bir düşmanı öldürmek olmadığını anlatırlar ama aklında Alberto’yu öldürmek dışında bir şey olmayan genç adam kendisini bir kızın yanında küçük düşüren Alberto’yu bulabileceğini düşünüp gönüllü olarak savaşa gider. Alberto’nun bir türlü karşısına çıkmadığı savaşta çok sayıda insan öldürür, madalyalar alır ama içini bir türlü soğutamaz. Savaş sona erer, düşman teslim olur. Luigi o kadar insanı boşu boşuna öldürdüğü için pişmandır. Aldığı madalyaları ölen kişilerin yakınlarına dağıtır.

Öykü şöyle biter:

Derken karşısına Alberto çıktı.

“Varsın geç olsun,” dedi ve onu öldürdü.

Bunun üzerine yakalandı, mahkemeye çıkarıldı ve asıldı. Mahkemede defalarca bunu vicdanını rahatlatmak için yaptığını söylediyse de onu dinleyen olmadı.

Saroyan’ın Kendi Savaşınızı Kendiniz Savaşın öyküsü, bir yazarın savaşa çağrılmasını kendi ağzından anlatır. Öykü, edebiyatçının savaş karşısındaki entelektüel tutumundan çok savaşla karşı karşıya kaldığı zaman bir insan olarak durumunu, seçeneksizliğini göstermesi açısından ilgi çekicidir. Yazar “açlık yürüyüşü yapan birtakım insanlarla ilgili bir öykü” yazmaya çalışırken kapı vurulur. İlk anda, gelenin kuzeni olabileceğini düşünen yazar bir yandan da geçmiş yıllardan kalan borcunu tahsil etmek için sık sık uğrayan tahsilat acentasındaki genç adam olabileceğini düşünür. Tahsildarı anımsamakla onunla yaptıkları sohbetler aklına düşer. Tahsildarın tatsız görevine rağmen insani bir ilişki kurmuşlardır. Adam gündelik sıkıntılarından söz açmış, yazar da iyi yazmak istediğinden, bunun yollarını aradığından dert yanmıştır.

İyi bir şekilde yazmak istediğimi ama kâğıda hep yanlış şeyler aktardığımı, sonra da dışarı çıkıp yine Halk Kütüphanesi’ne giderek Flaubert’in bu işi nasıl becerdiğini öğrenmeye çalıştığımı anlatırdım.

Gelgelelim, kapıdaki ikisi de değil, donuk yüzü bir an için heyecan verici bir düşünceyle aydınlanan elli yaşlarında kısa boylu bir adam, sol elinde şüphesiz çok önemli belgelerle dolu büyük, kahverengi bir zarf var. Bu adamı tanımıyorum, dolayısıyla çok ilgimi çekiyor, hakkında iyi bir öykü yazmama yetecek kadar bilgi toplamayı umuyorum.

Yazar kapıdaki adama savaş mı çıktı, diye sorar. Öykü boyunca evine gelenlerle arasındaki konuşmalardan, düşüncelerinden öykü yazmak dışında bir şeyle ilgilenmediğini anlarız. Savaş ilanının bütün gazetelerde yazdığını söyleyen görevliye şöyle der:

“Ben gazete okumam,” diye cevap veriyorum. Bazen Christian Science Monitor’a göz atarım ama sık değil. Gazete okumak üslubumu bozuyor. Bunu göze alamam.

Kendisini gönüllü askerlik için ikna etmeye çalışan adam gittikten sonra daktilosunun başına döner ama canı sıkılmıştır. Savaşın, yazdıklarını kötü etkileyebileceğini düşünmektedir: “Savaş savaştır ve son savaşın yazarların sinirlerini ne feci etkilediği, çeşit çeşit eksantrik yazı üsluplarına, çeşit çeşit üslup aşırılıklarına yol açtığı herkesçe malum.”

Birkaç gün sonra gelen bir başka görevli de yazarı savaşa gitmeye ikna edemez. Son olarak kapısını bir kadın çalar:

“Bizimle işbirliği yapmanız konusunda kararlıyız, Mr. Sturiza” diyor. “Öykü yazarı olduğunuzu öğrendik ve yerel propaganda departmanımızın üyesi olmanızı arzuluyoruz. İşiniz, medeniyetleri kurtarmak için gönüllü olan genç erkekler, müthiş fedakârlıklar gösteren anneler, eşler, kız kardeşler ve kız evlatlar vesaire hakkında insani öyküler yazmak olacak.” (…) “Maaşınız haftada elli dolar olacak,” diyor genç kadın, “ve size üsteğmen rütbesi verilecek. Bütün askeri sosyete partilerine katılabilirsiniz ve şunu da belirteyim ki, savaştan sonra işinize yarayacak olan birçok insanla tanışacaksınız.”

Meteliğe kurşun atan yazar için elli dolar önemli bir paradır ama reddeder. İki ay sonra bütün sağlıklı erkeklerin savaşa katılmalarının zorunlu olduğuna ilişkin bir haber gelir. Birkaç gün sonra alay komutanlığına gelmesini emreden bir mektup almasına rağmen odasında yazmayı sürdürür. Kapısı yeniden çalınan yazarı asker kaçağı olduğu için tutuklamaya gelenler bu sefer dört kişidir. Adamlardan birini yumruklayan yazar merdivenlerden aşağı indirilirken aklından kendi savaşınızı neden savaşmıyorsunuz, orospu çocukları, geçen savaşta milyonlarca insanı yok eden siz eski kafalılar, niye kendi şu lanet olası savaşlarınızda kendiniz savaşmıyorsunuz, diye geçirir.

Öykülerin ikisinde de belirli bir coğrafyanın adı verilmez, olayların geçtiği zaman da belirsizdir. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir zaman diliminde yaşanması olası durumlardır. Öykülerdeki kahramanların ikisi de genç erkeklerdir ve savaşmak düşüncesini hiçbir biçimde içselleştirmezler.

Vicdan savaşın anlamsızlığını ironik bir biçimde anlatırken devlet eliyle cinayet işlemenin meşruiyetine de açık bir göndermedir.

Kendi Savaşınızı Kendiniz Savaşın öyküsünün savaş karşısında sıradan bir erkeğin durumuna ışık düşüren Vicdan’dan farkı, bir yazarın gündelik dertlerinden söz etmesi ve yazacağı metinden başka hiçbir şeyi hayatının merkezine koymamasına da dikkat çekmesidir. Saroyan’ın düstur edindiği “Benim işim yazmak, yazmak yaşamak demektir,” düşüncesi öyküde yan tema olarak baskındır.

Kendi Savaşınızı Kendiniz Savaşın’ın otobiyografik öğeler içerdiğini söyleyebiliriz. Yaşam öyküsünden öğrendiğimize göre, William Saroyan’ın askerlik süreci sıkıntıyla geçmiş. Uyumsuz olarak görülüp bir ara deli olabileceği gerekçesiyle gözaltına alınmış. Sonunda askeriye onu roman yazmakla görevlendirmiş. Kendisine erken terhis ve romanının yayımlanma sözü verilmiş. Ama ortaya çıkan yapıt ordu açısından hiç de uygun değilmiş. Bu yüzden verilen sözler tutulmamış. Saroyan’ın romanı ancak İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra 1946’da yayımlanabilmiş.[1]

Italo Calvino ve William Saroyan politik görüşlerine edebiyatı dayanak yapan yazarlar olmadıkları gibi apolitik yazarlar da değildirler. İkisi de yaşadığı dönemin toplumsal koşullarını iyi bilen, bu konuda duyarlı, toplumsal acıları insani bakış açısıyla ortaya koymakta mahir yazarlardır. Bana kalırsa edebiyat anlayışları da birbirine yakındır. Can acıtan pek çok konuyu yerel bakışla evrensel düzeyde anlatabilmenin yollarını aramaktan bıkıp usanmamışlardır.

Sen “Alo” Demeden Önce’nin sunuş yazısındaki Italo Clalvino’nun sözleriyle yazıyı bitirelim: “Ahlaksal öykü zulüm dönemlerinde yazılır. İnsan düşüncelerine açık ve net bir biçim veremediği zaman kendisini öyküler aracılığıyla ifade eder. Bu küçük öyküler, faşizmin can çekiştiği dönemlerde, bir gencin yaşadığı bir dizi sosyal ve politik deneyimin yansımasıdır.”

Aysun Kara

“Çaprast” Hulki Aktunç’un sözcüğüdür, yazarın hazinesinden seçtiğimiz bu sözcüğü kullanıyor, kendisini saygıyla anıyoruz.

Kaynakça

Sen “Alo” Demeden Önce, Italo Calvino, Çeviren: Şemsa Gezgin, YKY, 3. Baskı.

Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam ve Diğer Öyküler, William Saroyan, Çeviren: İrma Dolanoğlu Çimen, Aras Yayıncılık 1. Baskı.


[1] (Nihat Gültekin, “William Saroyan: Kalbin Dili ve Bitlis”, Bianet, Link)