Merak ettiğim bir alanla ilgili, o yönde bir şeyler üreten insanlara ya da ilgimi çeken birine uğraşı olan konu hakkında sorular sormak hep hoşuma gitmiştir. Çünkü soru sormak merak etmek hatta daha da önemlisi karşımızdaki insana doğru soruyu sormak, öğrenmenin neredeyse yarısı demektir. Ya da buna benzer bir çıkarım. Kesin böyle bir cümle vardır. Ve soru sorarken benim kendi adıma dikkat ettiğim şey karşımdakini yer yer yoracak kadar temel sorular, basit sorular sormaktır. Çünkü merak ediyorsam en başından anlamayı önemser, tabiri caizse kitabın ortasından konuşmayı da pek sevmem hatta doğru da bulmam. Zira birini anlamak, bir şeyi doğru anlamak, anlamaya çalışmak o anın, o an ki durumun öncesiyle de ilgilidir. Sanırım kıymetli olan da bu anlama çabası ve öğrenme gayretidir.

Tabii bu kişisel zevkler doğal olarak bir noktada okuma zevklerimizi de şekillendiriyor. Kurgusal metinlerin yanında, anı, günce, mektup ve tabii ki söyleşiler hem edebi bir estetik olma özelliğiyle hem de merak ettiğimiz yazarla ilgili bir sürü detayı, süreci, yol gitme biçimini, yazma hallerini, hayata, insana, edebiyata, yazıya, sinemaya, tiyatroya daha doğrusu sanatın bir sürü alanına dair gözlemlerini görmemizi, oralardan kendimize pay çıkarmamızı ya da hepsi bir yana onunla güzel bir Kadıköy ikindisinde tatlı bir zaman geçirmemizi, onu daha yakından hissetmemizi sağlıyor.

Ve bu edebi zevkin kalitesini özellikle söyleşi üzerinden değerlendirdiğimizde sorulan sorular belirliyor. Sorunun bir sürü kapı açması, sorunun yazarı tıkaması, sorulan soruların aslında aynı olması, yazarın sorulmasını istediği sorular, soru soranın biz okurlara göstermek istediği “entelektüel birikimimim var, bakın” telaşı vb. gibi detaylar yazarın okurla kuracağı iletişimi de doğrudan etkiliyor. Bunun yanında soruların, görece iyi ya da kötü olması, yani soruların çeşitliliği hatta sorunun vasatlığı da yazarın oradan bambaşka yerlere gitmesinden dolayı da söyleşiyi keyifli bir hale getiriyor. Çünkü söyleşiyi gerçeklendirenler ve cevaplarını merak ettiğimiz insanlar kadar sorular ve cevaplar da bu içeriklere renk katıyor.

Nezihe Meriç ile yapılan söyleşiler de bahsettiğim bu edebi zevk ve detaylar adına kıymetli bir eser.

Nezihe Meriç’in söyleşilerinin toplandığı ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan “Kimse Hikâyeyle Aramda Geçenleri Anlamıyordu” yukarıda bahsettiğimiz lezzette ve öğreticilikte bir kitap.

Kimse Hikâyeyle Aramda Geçenleri Anlamıyordu, Nezihe Meriç’in altmış yıla yayılan yazarlık yaşamı boyunca dergi ve gazetelerde yayımlanmış belirli söyleşileriyle arşivinde bulunan söyleşilerin bir araya getirilmesinden oluşturulmuş. Ki bu çalışmaya Seval Şahin emek vermiş.

Sayısız isim, sayısız eser, dönemin şartları, yazarın kişiliği, özel hayatı edebiyata, özellikle eser verdiği türlere dair açıklamaları son derece kıymetli. Dile kolay altmış sene süren bir yazı hayatı ve yaşanılan ve aktarılan anılar yaşanmışlıklar ve tespitler barındırıyor. Zaten Nezihe Meriç, kendi anılarını “Çavlanın İçinde Sessizce” isimli anı kitabında da anlatmış. Hatta bazı bölümlere söyleşilerde değinmiş.

Söyleşilerden bazıları, bizim edebi hayatımızda alışılagelen şekilde olan, yeni kitabının çıkmasından dolayı gerçekleşse de, çeşitli dönemlerde de gerçekleşenler olmuş. Özellikle öykü ile ilgili kısımları son derece ilgi çekici. Çünkü, öne çıkan özelliği dil ile kuvvetli ilişkisi olan Meriç, birçok kez bunu soruların da sonucu olarak açıklamış. Dile olan bakışı, dil ile kurduğu ilişki, kelimelere olan düşkünlüğü, okumaya olan merakının çıkışı ve eğitim hayatı ve bunun yazma serüvenine etkisi gibi konuları da anlatmış.

Öykü anlayışını, döneminin, olgunluk çağının ve son zamanlarının edebi atmosferini, öykü tanımını, edebiyatımızın geçtiği ve onun şahit olduğu süreçleri de yine sorulan sorular neticesinde ifade etmiş.

Yazma ritüelleri, eser verdiği türler ki bu çok çeşitli çünkü tiyatro oyunları, çocuk kitapları ve roman yazmış bir yazar olarak, bu konularda da açıklamaları ve itirafları var. Yer yer tersleyen tatlı bir teyze, bazen anlatmak için deliren hırslı bir yazar, ara sıra bitse de gitsek gibi ruh hallerinde olduğu da aşikâr. Ev işlerindeki hassasiyetinden, piyano çalmasından rahatsız olan mahalleliden, “siz kitabı okumadınız mı” diye asabileşen yazara bir sürü Nezihe’ye şahit oluyoruz satır aralarında. Bir yazarın masası, bir yazarın mutfağı, bir yazarın diktiği etek de en az yazdıkları kadar ilgi çekici olmalı. Soruların ve cevapların böyle güzel ve önemli bir tarafı var. Çünkü soru sor cevabı al ve git demekten ziyade o an ki ortamın ruhuyla renklenen anlar hissediliyor bu söyleşilerde. Karşısındakiyle uyumu bariz hissedilen Nezihe Meriç’in bu iletişimi cevaplarına doğrudan yansıyor. Lafın lafı açması, yakalanan uyum ve tam tersi olarak birbirinin tekrarı olan sorulardan bunalmakta hatta uzaktan yapılan söyleşiler de kitabın bize sunduğu detaylara katkıda bulunmuş.

Neticede sizi neler besler diyen bir edebiyat emekçisine ya da gazeteciye sadece kitaplardan bahseden bir yazar olmamış Nezihe Meriç. Yer yer dünya hallerine, yerli edebiyata memleket meselelerine de girilmiş sohbetlerde. Hatta ailesini, çocukluğunu, yakın akrabalarını anmış bazı cevaplarında.

Bazen öykü tanımından bahseden bazen kendine okurların yakıştırdığı sıfatlardan utanan Nezihe Meriç, öyküleri gibi genel olarak ritmi olan söyleşilerin içinde bulunmuş.

Genel bir cümle ile edebiyatımızın sevilen ve benim de çok sevdiğim Nezihe’si ya da Salâh Bey’in ifadesiyle Nezim’i; kendini, eserlerini, yazmasını, beslenmesini, susmasını, okumasını, ev hallerini, sevgisini, aşkını, torununu, mahallesini, kendi dönemine veya fark etmeden sonraki yıllarda onu okuyacak olan okurlarına, bir sürü kişiyle bir sürü kelimeyle anlatmış.

Doğal ve gerçekçi hallerini sevdiğim yazarın kelimelerin peşinden gitmesini önemsiyor, taze fasulyeye birazcık şeker koyduğunu hayal edebiliyorum ve taze fasulyeyi onun Salim Amcayı sevdiği kadar seviyorum.

Ve hâlâ edebiyatı önemsiyorum.

Halil Yörükoğlu