Ethem Baran, 2020’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldığı “Döngel Dünya” adındaki öykü kitabının ardından, “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor” ile okurlarının karşısına çıktı. Virginia Woolf’ün “Dalgalar” kitabından bir epigrafla başlayan kitap, “Boş Geçmeyelim” ve “Baş Dönmesi” adlı iki bölümden oluşuyor. Bazen bağlamlı bazen de farklı temaların işlendiği değişik uzunluklardaki sekiz öyküyle okuruna seslenen Baran, kırk yıla yayılmış yazın yaşamında “gerçek öykü”yü aramaya devam ediyor. Kitabın ilk bölümündeki iki öykü, “Furkan” ve “Nisa”da, gençlerin duygulanımlarına tercüman olurken, geri planda, değişen Türkiye sosyolojisinin panoramasını sunuyor okuruna. Öyle ki yazarlara sorulan “yaşadıklarınızı mı yazıyorsunuz?” sorusunun aksine “yazılanların yaşandığı” bir döneme tanıklık ederken buluyorsunuz kendinizi, bir ürperti eşliğinde. Yazar, titiz, işçilikli dili ve kendine has sözcükleriyle bunu yapıyor ve yüreklerimize ince kesikler atmayı ihmal etmiyor. Bununla birlikte kendi yazma deneyimlerinden yola çıkarak, edebiyatla yakından ilgilenen öğrencileri, yazma/yazamama sancısı çeken kalem emekçilerini de konuk ediyor öykülerinde. Ethem Baran, kitaptaki öyküleri babasının aziz hatırasına adamış. Genç karakterlerin hayatına odaklandığı öykülerinde de baba-oğul, baba-kız ilişkisini ustaca işlemiş. Her zaman başta görmeye alıştığımız “İthaf”ı da sona saklamış. Yazarın dertlendiği meseleleri, onu yazmaya iten nüansları da öğrenmiş oluyoruz böylece. Sevgili Ethem Baran ile son öykü kitabı “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor” özelinde, öyküyü ele alış biçimini ve yazın anlayışını konuştuk.

Esme Aras

Ethem Baran

Kitabınızın adıyla başlayalım… Alışılmadık bir yol izlemişsiniz, genelde öykülerden birinin adı kitaba verilirken, “Gözleri Dolana Dolana” öyküsünde Supi’nin Nüket’e söylediği bir cümle, Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, kitabınıza ad olmuş. Bu fikrin çıkış noktasını merak ediyorum.

Öykülerime ad verirken çok düşünürüm; hele kitaplarımın adına gelince nasıl ince eleyip sık dokuduğumu varın siz tahmin edin. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’u bitirdiğimde adı konusunda emin değildim. Aklımda üç ad vardı ve aralarında bu ad yoktu. Editörüm Duygu Çayırcıoğlu ile bu durumu konuştuk ve başka seçenekler üzerinde düşünmeye başladık. Bu adı editörüm önerdi. Fazla uzun olduğu ve akılda kalmasının zorluğu konusunda tereddütlerim vardı ama sevgili Duygu Çayırcıoğlu beni ikna etti. Gördüğüm kadarıyla çok sevildi bu ad.

Yıllar önce Murat Darılmaz ile yaptığınız söyleşi sırasında, “Romanın da öykünün de ayrıntıyla yazılacağına inanıyorum,” demiştiniz. Son kitabınıza da Woolf’dan bir epigrafla başladınız. Öykü, yazın ve yaşam yolculuğundaki arayış esnasında bulduğunuz ayrıntıların üzerinde yükselen bir dil kurma çabası mıdır sizin için? Bu anlamda “gerçek öykü”nün arayışı biter mi bir gün?

Evet, ayrıntıların gücüne inanıyorum. Hayatta, gündelik gerçeklikte neler olup bittiğini herkes biliyor, görüyor zaten. Sanatçının işi ayrıntılarla. Görünmeyeni görmek ve göstermek onun işi. Görünenin içindeki anlamı, anlamsız olanı, saklı olanı, saklananı, olmayanı, olması gerekeni ve daha bir dolu şeyi, akla hayale gelen/gelmeyen her şeyi görmek/aktarmak durumunda. Bilinen gerçeğe anlam katan ayrıntılardır. Ben dilimi ayrıntıların üzerine ışık düşürecek şekilde kurmaya çalıştım/çalışıyorum. Bu pencereden bakınca her harfin kelime, her kelimenin cümle, her cümlenin paragraf ve her paragrafın metnin bütünü içindeki yerini, ağırlığını, dengesini, ses rengini ve değerini iyi ölçüp biçmek, tartmak gerekir diye düşünüyorum. Dili kendi içinde esnetip genişletme çabası verirken meselelerin arka planını, konulara yaklaşımı, büyük resmi göz ardı etmemek gerekir elbette. Öykü arayışı bitmez, hatta aramanıza bile gerek yoktur çünkü o gelip sizi bulur.

Dil demişken, unutulmaya yüz tutmuş kelimeler, yöresel deyiş ve ifadeler de buna dâhil, ki sizin öykülerinizde onlara sıklıkla rastlıyoruz. Peki, çocukluğunuzdan bugüne biriktirdiğiniz, peşine düştüğünüz, yazarken öncelediğiniz size has sözcükler var mı? Bir Ethem Baran sözlüğünden söz etmek mümkün olur mu?

Çok haklısınız; böyle bir çabam var. Çocukluğumdan itibaren kulağımda kalan, beni büyüten bir dil; evimin, sokağımın, mahallemin dili. Bu dili konuştuk, bu dille kurduk ve yaşadık hayatlarımızı. Son zamanlarda bu sözcüklerin birçoğu kullanımdan düştü, unutuldu, genç kuşakların çok uzağında kaldı belki ama bunlar dilimizin zenginliğinin göstergesidir, kolay vazgeçemeyiz. Benim zihnimde kalmış ama sözlüklerde bulunmayan kelimeleri kullanmam. Cümlenin içinde çözemeyen ya da merak eden okur sözlüklerde bulabiliyorsa doğru hatırlıyorumdur. Yazmaya başladığım ilk günden beri kendime ait ifadelerim, söyleyiş tarzım, kelimelerim, üslubum olsun diye çabaladım. Bazı kelimeleri kullanmayı çok severim; ne yapar eder o kelimelere yer veririm metinlerimde.

“Furkan” öyküsünde genç bir erkeğin duygulanımlarını anlatırken, arka planda siyasi göndermeleri olan, bir dönemin panoramasına ayna tutuyorsunuz. Türkiye’nin sosyolojisini, gençlerin psikolojisini ele alırken onları çevreleyen semt, mahalle, eğitim kurumları ve aile ile olan ilişkilerini irdeliyor, henüz dalındayken bir çıt sesiyle hayalleri kırılan insanların umutsuz çırpınışlarını yazıyorsunuz. Edebiyatın bir amacı da bu tür yaraları deşmek mi olmalıdır?

Yazının ana cümlesi önemlidir benim için. Niçin yazdığınız, neyi yazdığınız, ne söylediğiniz… Sizi bir konuyu yazmaya iten sebep… Yazar, derdi olan insandır. İnsan ve hayat başta olmak üzere sanat, estetik, dil, toplum, dünya da onun dertleri arasındadır. Edebiyat eserleri insanı anlatırken topluma da eğilip bakar ve orada gördüklerini bize yansıtır. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’da kitabın yarısını iki gencin (Furkan ve Nisa’nın) hikâyesi doldurdu. Eğitim sistemiyle oyuncak gibi oynarken gençlerin kırılan kalplerinden çıkan çıtırtıyı duymuyor erk sahipleri. İşte o ses edebiyatın içinde yankılanıyor ve boğuyor hepimizi.

Geçtiğimiz aylarda söyleştiğimiz Erendiz Atasü’ye sorduğum bir soruyu size de yöneltmek istiyorum. Furkan’ın en yakın arkadaşı Enes’le birlikte yaşadıkları ve bize anlattıkları, ardında bir mektup bırakarak aramızdan ayrılan tıp öğrencisine işaret ediyor, Enes gittiği yerden bizimle konuşuyordu sanki. Benzerlikleri okurken ürperdiğimi söylemeliyim. Yazarın ya da kurgusal bir metnin kehanet gücü olduğuna inanıyor musunuz?

“Ben demiştim!” demek istemiyorum ama herkesin bildiğini, benden çok çok daha iyi bildiği pek çok şeyi kendimce söyledim son kitapta. Gençlerin çaresizliklerini, ölümün kıyısında nasıl dolandıklarını, onları nasıl görmezden geldiğimizi, dinlemediğimizi, çığlıklarını duymadığımızı… Benim Furkan’ım intiharla kol kola geziyordu ve o gün yakın arkadaşı Enes buluşma yerine gelmemişti. Kitabın içindeki Enes gelmemişti ama kitabın dışındaki Enes Kara insanlıktan ne kadar uzaklaştığımızı, vicdansızlığımızı, sağırlığımızı, vurdumduymazlığımızı vs. yüzümüze vurdu. Sanat, hayatın önünde gidiyor her zaman olduğu gibi. Döngel Dünya’da, “Yamaçta Yağmur Var” adlı öyküde, yazara kitap imzalayan bir kaymakamın hikâyesini anlatmıştım. Kitap çıktıktan birkaç ay sonra bir ilçemizde benzer bir olay yaşandı. Bir kaymakam değil ama bir belediye başkanı ünlü yazarların kitaplarını kendi imzalayarak halka dağıttı. Birçok okurum benim öykümün gerçek olduğunu, hatta benim başımdan geçen bir olay olduğunu düşündü.

Hayatta kalma provası ile hayattan gitme alıştırmaları arasında sıkışıp kalmış Furkan, bir öğretmenin rehberliğiyle Hemingway okuyor; hayatla arasındaki bağ, bomba imha uzmanının kestiği tel kadar olsun istiyor. Öyle ki satır aralarında o genç insanın bileklerindeki ince sızıya, jilet kesiklerine tanık oluyoruz ve karşımıza bir de Çehov’un silahı çıkıyor. Öyküyü açık uçlu bitirirken, silah patlayacak mı sorusunun yanıtını neden okurunuza bıraktığınızı sormak istiyorum.

Çünkü okurun vereceği yanıtlar daha önemli. Eminim ki, öyküyü okuyanlarda Furkan’ınkine benzer, hatta daha fazla öfke birikiyordur. Bu öfkenin önünü açmak, onu serbest bırakmak gerekir diye düşündüm.

İlk öyküde Furkan’ın parktan ayrılmasıyla anlatıcı değişiyor, “Nisa”da da anlatıcı odağının ustaca yer değiştirdiğini görüyoruz. Hem bir üst anlatıcı var hem de karakterler düşündüklerini yanındakine söylercesine bizimle konuşuyor. Anlatımda akıcılığı sağlayan anlatıcı seçimini nasıl yaptığınızı merak ediyorum?

Bu benim, kurmacaya ilişkin kafa yorduğum konuların başında geliyor. Anlatıcı seçimi her zaman çok önemli oldu benim için. Emanet Gölgeler Defteri romanımda üç anlatıcı tipini de kullandım; öyle ki, romanın bir yerinde paragraf içinde anlatıcı değiştirdiğim oldu. Evlerimiz Poyraza Bakar’daki “Niyet Etti Kadir Efendi” öyküsünde söz üst anlatıcıdayken yazarı metne dâhil ettim ve söz ona geçti. Böyle çok örnek sayabilirim. Metni hareketlendirme, ritim katma, renklendirme, sesini değiştirme açısından kurmaca unsurlarından yararlanmayı önemsiyorum. Neyi üst anlatıcının, neyi ben anlatıcının ya da öykü kişilerinden birinin anlatacağı en başta çözülmesi gereken sorunlardan biridir.

Kafanızda dönüp duran bir fikri, buluşlarınızı, kıvılcımın çaktığı o ilk ânı, özetle öykünün tohumunu nasıl işleyip geliştiriyorsunuz? Okurun, öykünün eşiğinden atlayacağı o ilk cümlenin ya da bitiş cümlesinin önemi nedir sizin için? Ayrıca öykü adı, yazmaya başladığınızda belli midir? Yoksa öyküyü bitirdikten sonra mı adını üflemeyi tercih ediyorsunuz?

O tohum zihnime düştüğünde hemen not alırım. Artık o tohum benimle birlikte dolaşmaya başlar. Zaman içerisinde notlar gelişir, kendini yazdıracak kıvama gelir. İlk cümle çok önemlidir benim için. Okur neyle karşılaşacağını tahmin etmeli, bana inanıp önüne uzattığım sözleşme metnini imzalamalıdır. İlk cümle kendinden sonraki cümleye el uzatırken merak unsurunu da satır aralarında dolaştırmaya, okurun zekâsını devreye sokmaya başlamalıdır. Bir öyküye başladığımda nasıl sonuçlanacağı genellikle bilmem; metnin içinde düşünürüm çoğu şeyi, onunla el ele vererek sonuca doğru gideriz. Öykünün adı da genelde belli değildir. O konuda da çok ince eler sık dokurum. Dostlarımdan yardım alırım. Zor karar veririm.

Karısının, “Suçu kaleme atma,” dediği gibi kaybolan kalemler üzerinden öykü arayışındaki yazar kadar, edebiyatla ilgilenen gençleri de anlatmayı seviyorsunuz. “Yedi Kaleminen Yazı Yazarım” ve “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır” bu temalara örnek verilebilir. Kendi yazma deneyimlerinizden yola çıkan öyküler midir bunlar? Bu noktada genç meslektaşlarınıza, yazındaki sürekliliğinizi sağlama yollarınızdan bahseder misiniz?

Kalem meselesi benim hassas olduğum konulardan biri. Kimsenin kalemini alıp eve götürmediğim gibi kendi kalemimi de kaptırmam. İnsanların bu tür konularda daha duyarlı olmalarını beklerim. “Yedi Kaleminen Yazı Yazarım” böyle kaygılarla ortaya çıkmış bir öykü. Ortak kullanıma açık alanlarda üç kuruşluk kalemlerin niçin iple, zincirle bağlandığı bir tek benim mi dikkatimi çekiyor bilmiyorum. “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır”ın ilginç bir yazılma hikâyesi var: Bir gün Ulus civarında bir binanın girişinde bu tabelayı gördüm, “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Üçü bir arada. Kimlere hizmet ettiği, orayı kullananlar vs. bir dolu şey geçti aklımdan. Not aldım hemen ve bu isimde bir öykü yazmalıyım diye düşündüm. (Öykü adının baştan belli olduğu nadir örneklerden biridir bu.) Söz konusu öyküdeki genç, yaşadığı şehre gelen ve kendi yazısının çıktığı derginin bütün nüshalarını satın aldıktan sonra şehirde herkes o yazının sahibi olduğundan haberdarmış gibi tuhaf bir aldanış ve saflıkla dolaşır biliyorsunuz. O genç benim aslında. İlk desenlerim on altı yaşımdayken yayımlanmaya başlamıştı ve ben tıpkı o genç gibi şehre gelen iki üç derginin hepsini aldıktan sonra insanların yüzüne beni tanıyacaklar mı diye bakarak dolaşıyordum. Ve tabii yazıp çizen herkes gibi bu mutluluğu kendi içimde tek başıma yaşıyordum. Bu yakıcı gerçeği çok yıllar sonra fark ettiğimde saflığıma acı acı gülümseyerek bir gün yazmak üzere bir kenara ayırdım. Kısmet bu öyküyeymiş. Tabii söz yazarlardan açılmışken imza-söyleşi etkinliklerindeki diğer acı gerçeklere değinmemek olmazdı. Böylece bizim delikanlı kendini bavulunu emanet ettiği meşhur WC’de buldu. Yazındaki süreklilik konusuna gelince: Hep söylediğim bir şey vardır; kimse basmasa da ben yazmayı sürdürürüm. Kendim yazar kendim okurum en nihayetinde. Kafanızda yazılmayı bekleyen onlarca konu varken süreklilik kendiliğinden oluşuyor.

“İthaf” öyküsünden hareketle rahatsızlıklar ve nüanslar… Hayata bakışınızda size öykü yazdıran meseleler midir, yazmak için neleri dert ediniyorsunuz? Bu anlamda her öyküyü iyi ve farklı kılmak, benzer metinlerin/kurguların ötesine geçmek için çıkış yolunu nasıl buluyorsunuz?

Yazmanın en zor ve en zevkli kısmı bu: Öncekilere benzemeyen yeni bir şeyler yazmak. Yeni yollar, yeni teknikler bulmak; farklı bir damar, taze bir ses yakalamak. Yazdığım metnin ilk okuru olan kendimi mutlu etmek. İkna olmak. İnanmak. Bitmeyen bir arayış bu… “İthaf” öyküsünde de farklı bir şey denedim. Bilim insanı olmadığım için eserimi yazmamda bana destek olan yakınlarıma, emeği geçen dostlarıma şöyle ağız tadıyla bir teşekkür edememenin eksikliğini yaşıyordum. Buna bir son vermenin zamanı gelmişti. Aynı zamanda içimde biriken öfkenin de muhataplarını bulması gerekiyordu. İşin kötü tarafı muhataplarımın bu ithaftan haberi yok.

“Çok okuyorum ama az yazıyorum,” diyorsunuz. Öykü ve romanlarınızı zamana yayarak, aceleye getirmeden, titiz bir işçilikten sonra yayımlatmaya karar verdiğinizi anlıyorum. Son kitabınız özelinde, salgın ve kapanmalar dönemini değerlendirerek verimli geçirdiğinizi söyleyebilir misiniz? Bu süreçte her zamankinden farklı olarak çalışma disiplininizi nasıl sağladınız?

Vaktimin çoğunu evde, kitaplarımın arasında geçirmeme rağmen herkes gibi tuhaf, berbat bir kapatılmışlık, kıstırılmışlık hissi yaşadım. Oturmuş yeni romanımı yazıyorken nasıl olduğunu anlamadan Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’daki öyküleri yazarken buldum kendimi. Sait Faik Armağanı da bu döneme denk geldi. Benim gibi insanların gündemine birdenbire giren online görüşmeler hayatımda yeni bir sayfa olarak yerini aldı. Bu anlamda yoğun geçen bir dönem oldu. İlk romanım Yarım’ı gözden geçirip tekrar yayına hazırladım bu arada ve yeni romanıma kaldığım yerden devam ediyorum.

Son soru, on bir kitap ve ödüllerden sonra “hayal etmenin gücü” sizde nasıl duygular uyandırıyor?

İyi ki diyorum, iyi ki yazıyorum…