Mehmet Akgül

Görülmeyen bir sevgilim var. Görülmez, bana da kimseye de görünmez. Ama ne yalan söyleyeyim, vardır. Onu ne bir defa bile görmüşlüğüm ne de sesini duymuşluğum vardır. Öyle de olsa vardır. Biri getirip verdi. Olur mu öyle şey? Olur canım, niye olmasın? Belki de ben işi fazla kurcalamayın diye böyle anlatıyorum. Canım, işte siz de fazla kurcalamayın!

Arkadaşım, “Sevgilimi sana vereyim,” dedi.

“Ver,” dedim.

“Geri almam ha!” dedi.

“İstesen de geri vermem!” dedim.

“Al o zaman, senin olsun!”

Aldım, benim oldu. Sevgilim, canım, her şeyim oldu. Eee, bir de güzel. Sonuçta insan evladı, daha ne olsun! Boyu boyuma, huyu da huyuma uygun. O anlatırken hayıflanıp içimden, “Hep benim de öyle bir sevgilim olsun,” derdim. Oldu, anlattığı benim oldu. Şimdi onu ben anlatıyorum, bir arkadaşım var, o dinliyor. Biliyorum ki sevgilime çoktan göz koymuştur. İçinden şimdiden, “O, benim olsa…” diyordur. Ben biraz seveyim, sonra onun olur. Ona, “Al, senin olsun!” derim.

Yalnız bendeki biraz kusurlu. Neticede bende, o ve ben fizikî olarak müsaviyiz. Öyle olmalıydı. Davul bile dengi dengine. Kırptım onun o nazlı civelek, fettan hallerinin çoğunu. Ama güzelliğine kıyamadım. Diğer hâllerini kendimce adam ettim! Anasıyla bir iki tartışmamız oldu bu konuda.

“Senden beri, kız çirkinleşti, bir haller oldu on,.” dedi. Olur, niye olmasın?

“Bizim kız da senin gibi çulsuzları nereden bulur, bilmem ki?”

Nereden olacak? Aynı yerde çalışıyoruz. Babası pek bir şey demedi. Hâlden anlıyordu.

“Kıza iyi bak olur mu, evladım! Fazla üzme!”

Üzmem.

Yanımdaki, kızın anasına bozuk. İçinden öyle geçiyor ki sevgilimi ona verirsem bu anayı o gün defeder. Tabii ben ona sevgilimi verirsem! Daha sıkılmış değilim. O da değil. Arkadaşıma anlatıyorum. İki göz odacağızda, ona fakirlik aldım. İlkin zorlandı ama sonradan bayağı alıştı. Ne de güzel dert! Hiç sıkılır mı insan böyle güzel dertten? Onunla uğraşıp duruyor. Sıkılması için birazcık nefes alması lazım. Nerede! Onun olsa belki birazcık olsun gün yüzü görürdü. Gözü gönlü açılırdı. Açılırdı vallahi. Arkadaşım paralıdır. Sen de bayağı bayağı şeymişsin, diyeceksiniz. Neymişim! Ondan işte! Yok, niye öyle düşünüyorsunuz ki? O söylediğinizle uzaktan yakından alakam yoktur. Hem öylelerini hiç mi hiç sevmem. Arkadaşımın sevgilisi olursa süslenir, püslenir, oraya buraya gider. Şuh bir kahkahası olurdu. Aslında zaten öyleydi. Bu, bende kötüleşti. Süslü püslü, şuh kahkahası vardı. Öteden beri içimi gıdıklardı onun o hâlleri.

Ben birazcık çektim kulağını.

“İstemem öyle!” dedim.

Bozuldu.

“Sen, hiç anlamıyorsun kadın ruhundan, ay şekerim!”

Aldığımda da böyle tatlı dilliydi. İlla da her lafının ardından ay şekerim. Ben de ona şerbetlim! Gülse de şerbetlimi pek banal buluyor. Kaymaklım. Fıstıklı lokumum. Kadın ruhu olunca benim aklıma bunlar geliyor. Şekerler, şerbetler, kaymaklar, gül suları, fıstıklı lokumlar… Böyle olunca da tevekkeli değil yanımdakinin ağzının suyunun akması. Maşallah köy çeşmesi gibi şaldır şaldır. Belli etmiyor ama ben biliyorum. O, benim olmadan benim de ağzımın suyu öyle şaldır şaldır akardı. O zaman şerbetli, kaymaklı, gül sulu, fıstıklı lokumlu değildi. Espressoluydu. Adını bile söyleyemiyorum daha. Espresso mu, Eskişehir yolu muydu? Neydi, öyle bir şeydi. Herhâlde Eskişehir yoluydu. Eşek yolu olacak değil ya!

Çıkıp dolaşıyoruz. Nereye isterse oraya gidiyoruz. Hava kararınca utangaç utangaç elimi tutuyor. İyi bir eli var, sıcacık, petek gibi. Onunlayken her şey güzel, her şeyi iyi, her şey laylalay!

Yanımdaki, sıkılsa da onun elini ben tutsam, ben laylalay, desem diye içinden geçiriyor. Ona boyuna gıcıklık yapıyorum. Geçenlerde yediğimiz yemeği anlattım. Garipceğiz, boynu bükük kaldı. Bizimkisi bulgur pilavı yapmış. Yanına da maruldan cacık. Soğan, turp dilimlemiş. Üstüne de erinmemiş, her şey laylalay olsun diye limon sıkmış. Ekmeği koparıp verdi, ne de güzel kopardı. Başparmağı ile işaret parmağı arasında şöylecene bir göğsüne çekerek. Yer sofrasında, sininin benim tarafa da güzelce koydu. Ekmek ne de güzel göründü gözüme. Ne de güzeldi hakikaten! Daldırdım kaşığı bulgur pilavına, cacığa. Üstüne de soğandan, turptan attım ağzıma.

“Çay da yaptım, ay şekerim!”

Doygun mideme rağmen dayanamayıp sofrayı kaldırmasına yardım ettim. Kiki kikir güldü.

“Ay şekerim, ne gerek vardı!”

Çayı getirdi.

“Ay şekerim, çay şekerim!” dedim, ona sarıldım.

“Ay şekerim, ne de tatlısın!” dedi, o da bana sarılıp tüm güzelliğiyle.

Baktım bizimkinin ağzı sulanmış bile. Yaptığıma pişman olmak mı? Hiç de olmadım vallahi. O da olsa aynısını gavuruna bana yapardı. Yalnız hâlinden anlıyordum ki onun yok, benim sevgilim vardı ya, deli oluyordu, deli!

Yalnız ne oldu, nasıl oldu, bilmem. Beni bırakıp başkasıyla evlendi. Duydum ki şöyle bir şeyler demiş: “Çulsuzun tekiyle mi yaşayacağım! Onunlayken bir kez bile espresso olmadı hayatımızda!”

Bilmeliydim onun kafayı bu Eskişehir yoluna takıp beni terk edeceğini. Ne yolmuş, arkadaş bu yol da! Bizim lastik esneye esneye gitti bu yolda.

Onu hiç görmedim, sesini duymadım dedim ya, yok, gördüm, duydum. Düğününe gittim. İnsan böyle durumlarda bir kötü oluyor ki sormayın! Org yetmezmiş gibi, davul bile tutulmuştu. Orgun otuz iki dişini kafamda kırıp davulu kafama geçirmek istedim. Ama işte ne yaparsınız, boynumu büküp bir köşecikte oturdum, ona bakıp durdum. Beyazlar giyinmişti. Amma da güzeldi. Sanki ay parçasıydı. Yanımda pek öyle değildi. Dedim içimden, “İyi ki de bana varmamış, varsaydı yazık olurdu bu güzelliğine.”

Bir ara karşı karşıya gelince, “Kimlerdensiniz, ay şekerim?” diye sordu.

“Sizlerdenim, ay şekerim!” dedim.

Kulağını iyi çekmemişim ki kikir kikir, fettan fettan, tatlı tatlı güldü.

“Ah şerbetlim, hayırlı olsun!”

Ah, gül suyum, ah, fıstıklı lokumum, bal kaymaklım!

Gitmişti.

“Espresso alır mıydınız?”

Soruyu soran damat bozuntusuydu.

“Eşek arısı soksun dilini!” diyecektim, demedim.

Onlar evlendiler, erdiler muradına. Kaldık biz yine yanımdaki ile baş başa. O da üzüldü.

“Bir dahaki sefere biri yine al senin olsun derse onu birlikte severiz, boş ver!” dedim.

“Ama Eskişehir yoluna ben götürürüm.”

 “Ne var Eskişehir yolunda?” diye sordu.

“Bir şey yok!”

“Eee, ne diye onu Eskişehir yoluna götürüyorsun?”

“Sen bilmezsin, ay şekerim!”

Yanımdaki, bu deliden sevgili alınmaz diye geçirdi içinden. Bundan adım gibi eminim.

Öbürsü gün beni buldu.

“Arkadaş düşündüm de deli de olsa olur yani. Fark etmez.” dedi.

“Zaten benim kahrımı da kimse çekmez.”

“Çekmez, ay şekerim!” deyip güldüm.

Ama ben arkadaşıma bunu layık görmedim. Birkaç hafta sonra yeni bir sevgilim olmuştu.

Veren sağ olsun, başkasıyla evlenmez diye de garanti etti!

Vardım ona, “Al, senin olsun!” dedim.

“İkimizin mi?”

“Yok, sadece senin. Al onu sadece sen sev.”

“Nasıl bir kız?”

“Küt saçlı. Beli ince belli bardak gibi. Gülüşü yine ince belli bardaklar gibi şıngır mıngır. Neşesi o biçim. Şinanay yavrum şinanay. Eskişehir yolu da demez, bilmez. Tam yüreğine layık. Gül gibi, gül. Al, boyuna kokla ama kimseye verme.”

“Vermem!”

Yalnız aldı ya, onu bana hiç mi hiç anlatmıyor. Benden nasıl da kıskanıyor köpoğlu.

Bir araya geldiğimizde söylediği sadece şu: “Bak, bende öyle biri olduğunu kimseye söyleme e mi! Ölümü öp söyleme. Kimseye vermem ben onu! O sadece benim!”

“Söylemem, ay şekerim!”

Söylemem vallahi! Benim çok güzel bir kızı sevdiğimi hiç kimseye söylemem!

“Sizler hariç, ay şekerim!”

Mehmet Akgül