
Bilirsiniz çalışan, evli barklı adamın yaşamı az buçuk bunaltıcıdır. Hele de eski bir mahallede doğup büyümüş olup da apartmana taşınmışsa durmadan eski mahallesini yâd edip durur. Söylememe gerek yok; apartmanlarda hayat yavan, resmi ve renksizdir. Kişi kendisini akvaryumda, o uçtan bu uca gidip gelen mahzun bir balık gibi hisseder. Arada bir dışarının havasını teneffüs etmek için kafasını çıkartmaya çalışır fakat o zaman da iş güç, okul toplantısı, arabanın muayene zamanı, hanımın akrabalarının ziyareti derken nefes almayı unutup gerisin geri akvaryumuna döner.
Nicedir ben de kendimi o akvaryumda dolanan balıklar gibi hissediyordum. Ama bir farkla. Benim mahzunluğum yerini gereksiz bir asabiyete bırakmıştı. Ota boka sinirlenmeye başlamıştım. Yok, efendim bu yemeğin niye tuzu eksik, vay efendim benim benekli pijamam nerede, oğlum burnunla oynamasana, bu kedi niye üzgün… Liste uzar gider. Hanım derdimi sonunda anladı anlamasına ya ben o vakte kadar evde bulunan herkese ve her şeye söylenip durdum. Düşünün köşede duran zigon sehpa bile bundan nasibini aldı.
Neyse efenim, sonunda allem edip kallem edip bir şekilde işleri yoluna koyup, hanımın da rızasıyla bir Cumartesi günü doğru mahalleye yollandım. Tenekeci Abdurrahman abiyi her zamanki yerinde; hamam sobası, helke, mangal yaptığı dükkânda buluverdim. Ne çok özlemişim. Sarıştık, öpüştük. “Kaça kadar izinlisin?” diye sordu. Fener ne ara sönerse o zamana kadar izinli olduğumu söyledim. “Sarı’nın yerine gidelim o vakit,” deyince hiç ikiletmedim. Ama rakı benden diye de üsteledim. “Olur olur” deyip dükkanın darabasını indirdi.
Sen git ben birazdan damlarım deyip soluğu Oscar İbrahim’in tekel bayiinde aldım. Arka depoda içen tanıdıklar vardı, buyur ettiler. İlişmedim. Yetmişliği kaptığım gibi doğru Sarı’nın mekâna. Sarı’nın yeri beş altı masalık, gündüz kebapçı akşam meyhane oluveren salaş bir yer. Sahibi kalender, hatır gönül bilir, babacan bir insan. Kafası gövdesine büyük gelen, burnu et benleriyle dolu oğluyla işletiyorlar dükkânı. Bir de yerden bitme çırakları var, Panço. İşleri çok şükür derecesinde.
Ben gelesiye Abdurrahman abi masayı donatmış. Ocakta pişen beytileri saymazsak süzme, kavun, beyaz peynir filan koydurmuş. E bu kadar meze içmeyi bilene çok bile.
Dubleden ilk yudumu alınca aklımda ne akvaryum kaldı ne kedinin üzgünlüğü ne de zigon sehpa. Dönüp Tenekeci Abdurrahman’a “Dünya varmış be abi,” deyince o da “yarasın”ı yapıştırıp süzmeden bir çatal aldı. Mekâna önce çocukluk arkadaşım Kambur damladı. Ardından da Hacı. Buyur edip üstüne onca ısrar ettik. Yok. İkisi de ayrı ayrı masalara oturup surat büktüler. Sonra da Sarı’ya siparişlerini verip ceket ceplerinden boğma rakılarını çıkartıp masanın orta yerine vurdular.
Abdurrahman abiye kaş göz edip “nedir” diye sordum. Kulağıma doğru eğildi ve usul usul anlatmaya başladı. “Bak bu hikâyeyi mahallede kimse bilmez, ben bizzat Dörtgöz’den dinledim. Bilirsin Kambur’un teyze oğlu olur. Hatırlar mısın bilmem bu Kambur’un rahmetli babası tır şoförüydü. Uzun yol seferlerinden birinde İran’dan ipek halı getirmiş. Yıllarca yüklükte atılı durmuş bu halı. Ne zaman ki Kambur paraya sıkışmış kafası halıya aymış. E en yakın arkadaşı Hacı. Demiş böyle böyle. O da hallederiz deyip soluğu İstanbul’da almışlar. Hacı’nın bulduğu birine halıyı iyi bir paraya satmasına satmışlar ama mahalleye döndüklerinde kıyamet kopmuş. Meğer halının karşılığında aldıkları para sahteymiş. Adamı ara ki bulasın. O günden beri konuşmaz oldu bunlar.”
Hikâyenin sonunda ben öyle bir kahkaha atmışım ki mekândaki bütün kafalar benden yana döndü. Herkes neye güldüğümü merak ediyor tabii. Biz karambole getirip savuşturduk mevzuyu.
Mekânda yabancı yok. İçenlerin çoğu ya tanış ya da uzaktan akraba. Kambur’la Hacı’nın masasından başka üç masa daha var. Birinde Dişlek Yalçın ve avenesi oturuyor. Abdurrahman abinin anlattığına bakılırsa Dişlek, abayı Kahveci Salih’in koca kıçlı, çirkince kızına yakmış. Herkese içmek için bir bahane lazım ya, bununki de bu. Yalçın rakıyı içmiyor, direk boğazına döküyor. Ardından da şapırtılı bir oh çekiyor.
Ocağa yakın masada Sarı’nın kaynı Keş Zihni oturuyor. O rakı içmez, yemek de yemez. Varsa yoksa bira. Mezesi de belli: tuz, sigara ve sigaranın külü. Diğer masada Kekeç, Bücür Seyfi ve misafirleri var. Misafir dışarlıklı, efendiden birine benziyor. Kekeç eskimiş kulüpçülerden, çok önceleri dümbüklüğü de varmış ya, orası karışık. Bücür ise son darbeyi vuracak olan takipçilik işleriyle meşgul. Takipçilik dediğime bakmayın siz, alavare dalavere, sahte kimlik, evrakta tahrip, ne ararsanız onda. Adamın başına nasıl bir çorap örecekler bilenmez. Son masa boş, mutlaka bir oturan olur.
Sarı’nın kadehi salata tahtasının duldasında. Gömlek cebinde kırmızı bir gül, peşkiri de her zamanki gibi boynunda. Teypte takılı olan kaset karışık. Bir Kahtalı Mıçı’dan çalıyor bir Tuğrul Hasırcı’dan. Sarı üç dubleyi geçerse işte o zaman Neşet baba devreye girecek.
Biz ikinci dubleleri henüz doldurmuşken mekânın önünde ekip otosu peyda oldu. Bütün masalarda bir kıpırtı, hafiften bir huzursuzluk. Kambur kendi kendine söylendi, “aha avanta ajans da geldi.” Millet belli belirsiz homurdandı. Hacı, Kamburdan yana bakıp sırıttı. Kambur oralı olmadı. Sarı hemen koşturdu. Geri döndüğünde rakıdan kızarmış suratı azcık asıktı. “Oğlum memur beylere üç kıyma çek, salataları bol olsun.” Ruhsatsız içki vermenin bedeliydi o üç kıyma. Uçarı kaçarı yoktu. Yine de olayın böyle sessiz sedasız çözülmesi herkesi bir nebze de olsa gevşetmişti.
İkinci dubleyi yarıladığımda iyice gevşemiş, onca zamanın yorgunluğu ve sıkıntısı hafiflemeye başlamıştı. Ben tam o rehavetle sandalyeye yayıldığım sıra, dışarıda bir cayırtı koptu. Ama öyle böyle değil. Küfürler, naralar havada uçuşuyor. Dövüşenler birbirlerinin ne anasını danasını ne de Allahını kitabını bırakıyorlar. Olayı, apartman hayatının sakinliğine alışmış benim dışımda kimse umursamadı. Abdurrahman abiye baktım, sakindi. Sigarasının ucuyla tabladaki külleri karıştırıyordu. Kafasını kaldırıp tebessüm etti. “Olur öyle şeyler, unutmuşsun sen mahalleyi,” dedi ve ekledi, “çocuklar haplanmışlardır büyük ihtimalle, ondandır bu cayırtı.” Başımla ekip otosunu işaret edince de, “haplanan kişi babasını bile tanımaz, e bunlarda ana kuzusu, ne yapsınlar istiyorsun?”
“Haklısın” deyip sustum.
Derken kapıdan bir çocuk kafası belirdi. Gözleriyle masaları taradı, hedefi yakalayınca da ürkek ürkek seslendi. “Baba, annem seni çağırıyor.” Hacı’nın oğluydu. Hacı önce ne diyeceğini bilemedi. Kızarıp bozardı. Sonra da “on dakikaya ordayım” deyip oğlanı savuşturdu. Aslında oğlan, anası ve mekândaki herkes o on dakikanın en az iki saate varacağını biliyordu ya, neyse.
Kekeç ve Bücür Seyfi misafirlerini kıvama getirip Pazartesi için sözleşmiş ve adamı uğurlamışlardı. Şimdiyse yapacakları kolpadan paylarına düşecek parayı düşünüp gevrek gevrek gülüyorlardı. Dişlek Yalçın kelle olmuş, avenelerinin anlattıklarını kulak arkasına atıp boş boş masalara bakıyordu. Gırtlağa dökülen onca rakı etkisini göstermişti. Keş Zihni’ye baktım, sekizinci birasına kül dökmekle meşguldü. Allah bilir ne derdi vardı. Abdurrahman abiye soracaktım ya, vazgeçtim.
Biz dördüncüleri yarıladığımızda Kambur, Hacı’ya ters ters bakıp gitmiş, avanesi Dişleğin koluna girmiş, Kekeç ve Bücür de hesabı Pazartesine devredip sıvışmışlardı. Az sonra Hacı da kalktı gitti. Bir bizim masa bir de Keş Zihni kalmıştı. Sarı üçüncü dublede Neşet babayı devreye sokmuş, çocuklar ufaktan temizliğe girişmişlerdi. Ben Neşet babanın türkülerine, Abdurrahman abi de Sarı’nın gömlek cebindeki kırmızı güle dalmıştı. İnsan bu mekânda, dördüncü dublenin yarısında, yoksa bile kendine edinecek dert arıyordu. Arandım tarandım ama nafile. Daha doğrusu var ama öyle oflanacak poflanacak derecede değil. O esnada Neşet baba yeni bir türküye giriş yaptı. “Yazımı kışa çevirdin, kar yağdırdın başa Leylam.” Türküyü duymasıyla birlikte Abdurrahman abi, yarım kadeh rakıyı başına dikti. Sonra da boynunu büktü. Yeni bir sigara yakıp Sarı’dan yana baktım, işaret parmağını dudağına götürüp ardından o da rakısını dikledi.
İçimden, “dert mi arıyordun, al sana dert” deyip kalan rakıma baktım. Evet, apartman yaşamının tekdüze ve yavan işleyişinin dışına çıkmış, gevşeyip nefes de almıştım ama Sarı’nın yerindeki bütün o insanların derdini yüklenmiştim sanki. Burası çıplak kötülüğün, makaranın, boş beleş işlerin, hırgürün, her daim kirpik ucunda bekleyen gözyaşlarının, bir türküye sığdırılan koca koca dertlerin, olamamış hayallerin başkentiydi. Sarı’nın yeriydi.
Türkü bitti. Abdurrahman abi sislenen gözlerini kaçırıp “kalkalım mı?” dedi. Kalan rakıyı öldürdüm ve kalktık. Onca ısrarıma rağmen hesabı Abdurrahman abi ödedi. Kendisininkiyle birlikte onca insanın derdini, tasasını o küçücük mekânda üç kuruş paraya misafir eden Sarı’nın eline sarıldım. “Estağfurullah yeğenim,” deyip beni alnımdan öptü. Abdurrahman abi bir taksi çevirdi. Uğurlarken de “arayı uzatma iki gözüm, bunaldıkça kop gel işte.”
“Olur abi gelirim,” derken farkında değildim, meğerse kirpiklerim bulut biriktirmiş.
Cabir Özyıldız
Yine harika olmuş 👏👏
Çok teşekkür ederim Meral hanım. Var olun.
Gördüğüm en üretken yazar. Çok güzel bir öykü. 🌸🌸🌸🌸
Mübalağa ediyorsunuz sayın hocam :)) Çok teşekkür ederim.
Çok samimi ve keyifli bir öykü, bir o kadar da ince..
Çok teşekkür ederim Pelin hanım. Var olun.