Mesut Barış Övün

I.

Aynur Hanım, kızını hastanenin önünde karşıladı. Birlikte az ilerdeki parka geçtiler. Oradaki çay bahçesi genelde hasta yakınları veya bir şekilde tedavi için bekleyen insanlarla dolu olurdu. Bu yüzden o yoğun hastalık duygusu bahçenin her yanında hissedilirdi. Gene de ağaçları, çiçek tarhları ve alakasız renklere boyanmış banklarıyla insana kendini dışardaki dünyaya ait hissettiren bir havası vardı bahçenin. Bu bakımdan burada oturup beklemek hastanenin içine yerleşmiş o ağır havayı solumaktan iyiydi her zaman. Aynur Hanım bu çay bahçesini seviyordu, sık sık söylerdi bunu.

Başak bir sigara yaktı. Paketi de masanın üstüne koydu. Annesi de bir anlık tereddütten sonra bir sigara aldı. Çay söylediler. Başak ilk nefesle yüzünün hemen önünde biriken küçük duman yığınını eliyle şöyle bir kovalarken etrafa bakındı. Kenardaki banklar, ağaçların altındaki tüm masalar doluydu. Kimse sessiz değildi ama bahçenin içinde öyle rahatsız edici bir uğultu da duyulmuyordu. Geçen yaz burada ne çok vakit geçirmişlerdi! Şu ünlü tenisçiye benzeyen garson acaba hâlâ burada mıydı? Kafasını kaldırıp ağaçlara baktı. Şimdi, ilkbaharın başında, geçen yaz onları hatırladığı hallerinden farklıydı ağaçlar. Her zamanki gibi, büfenin olduğu taraftan belli belirsiz bir müzik sesi geliyordu. Etraftaki insanlar müzikle ilgilenmiyorlardı, doğal olarak. Başak geçen yıl bu çay bahçesinde sık sık All The World Is Green’i dinlediğini hatırladı. Bu şarkıyı her duyduğunda gülümser, gidince bunu Atakan’a söylemeliyim derdi kendi kendine ama her defasında unuturdu. Şimdi ise çalan şarkının ne olduğunu çıkaramamıştı. Annesiyle ikisi bir süre konuşacak pek bir şey bulamadan öylece oturdular. Geçen yaz onlar için çok zor geçmişti. Doktorlar ta o zaman bile, artık her şeye hazırlıklı olun, diyorlardı. Tabii bunu söylemek kolaydı.

Sessizliği Aynur Hanım bozdu.

“Ne yapıyor seninki?”

Sorudaki ima Başak’ın hoşuna gitmemişti, ama bozuntuya vermedi.

“Bilmem, iyidir herhalde…”

“Herhangi bir gelişme?”

Başak omuz silkti. Şimdi İstanbul’dan, işinden uzaktaydı ve başka bir şey düşünmek istemiyordu. Hem burada güneş de vardı.

“Oh ya,” dedi biraz sonra, oturduğu yerde hafifçe gerinerek. Kollarını iki yana, yere doğru açtı, “Kemiklerim ısındı vallahi!” Yüzünü şöyle bir güneşe doğru kaldırdı Başak ve gözlerini yumup birkaç saniye o şekilde bekledi.

“Evet,” dedi Aynur Hanım, “Artık günler de uzadı…”

“Antalya’ya gelmenin en iyi tarafı,” diye devam etti Başak, sanki yarıda kalmış bir konuşmayı sürdürür gibi, “Herkes bir tatil havası içinde. Daha uçakta giriyor insanlar o havaya, böyle başlarında şapkalar falan… Ne komik oluyorlar. Kışın bile böyle bu. Sanki ne varsa?”

“Öyle” diye onayladı annesi, “Burada millet denizden çıkmıyor bütün sene…”

“Yani senin hastan varmış, borcun varmış, ne gam…”

Az daha, aşk acısı da, diyecekti ama son anda tuttu kendini. Fakat Aynur Hanım’ın vaz geçmeye niyeti yoktu. Merakla sordu: “Fotoğrafı var mı?”

II.

Saros Körfezinde deprem olduğunda Başak yine Antalya’daydı. Ofiste sallantıyı hissedenler olmuş ama ben hiçbir şey duymadım. Akşam eve gidince hemen onu aradım. Evden uzakta olduğumuz zamanlarda ikimiz de endişeliyizdir. Uzak bir yerden gelen küçük bir deprem haberi, bir yoğun yağış uyarısı bizi irkiltmeye yeter. İlk sorusu “Tablolar düşmüş mü?” oldu.

O ara fazla konuşmuyorduk Başak’la. Telefonda birbirimize faturalarla, kargodan alınacak paketlerle ilgili bir şeyler söylediğimiz oluyordu ama iletişimimiz azdı. Çok zorlamıyorduk yani. Daha telefonu açar açmaz tabloları sorması tuhafıma gitmişti, böyle şeyleri önemseyen biri değildi pek. “Yok, hiçbir şey olmamış,” dedim. Gerçekten de evde düşen, kırılan tek bir şey yoktu. Deprem veya artçı deprem, neyse o, bizim eve uğramamıştı. Her şey tastamam, yerli yerindeydi. “Ev eskisinden de sağlam,” dedim Başak’a telefonda.

Gülmedi. Tabloların düşmemiş olması neden bu kadar önemliydi ki? Sanırım o zamanlar bir şeyler hissetmişti Başak. Ya da ben hissettirmiştim. Yoksa niye tabloları sorsun.

III.

Telefondan resimleri buldu. Daha anneannesi hakkında tek laf etmemişlerdi. Ötede, ağaç dalları arasından hastanenin üst katları görülüyordu. Orada yaşlı kadın, pek çoklarıyla beraber, uzun süredir ölümle savaşıyordu. Başak, bir düzine kadar fotoğrafın içinde en az dikkat çekenleri ayırt etmeye çalışırken bir hayli zorlandı ve kendisi de bu resimleri ilk kez görüyormuş gibi kederlendi. Sonra telefonu annesine uzattı.

Aynur Hanım’ın telefonu eline almasıyla konuşması bir oldu.

“E, kızım sen bu kadından çok daha güzelsin.”

Başak, “Anne lütfen,” diyebildi en fazla.

“Yani baksana şunun çenesine… Kaşları da…”

Başak kafasını çevirdi. Bahçe şimdi sanki daha bir kalabalıktı ve insanlar hep dertliydi.

“Öf ya, bilmiyorum artık,” dedi Aynur Hanım, telefonu geri verirken.

Bir an bir sessizlik oldu.

“Bilmeyecek bir şey yok anne?” dedi Başak, “Aldattı işte. Aldattı ve gitti.”

Annesi sigarasını acemi hareketlerle küllüğün içine bastırdı, “Ama sen aldatma değil, diyordun… Aşk diyordun.”

Başak gözlerini kısarak baktı annesine. “Anne, bunu bana yapma n’olur!”

O ara garson çocuk gelip küllüğü değiştirdi.

IV.

“Sen bu eve daha önce gelmedin mi?” diye soruyorum Başak’a. “Söyledim ya, benim arkadaşım sayılmaz,” diyor biraz sertçe, “Şirketten tanıyorum sadece. Şuradan sağa…” Elinde telefonu, Sedef Hanım’ın oturduğu sokağı bulmaya çalışıyoruz. O zamanların Sedef Hanım’ı yani. Şehrin bu taraflarına hiç gelmemişim o güne dek, biraz da buna şaşıyorum o gün. “İyi iyi, tamam,” diye kestirip atıyorum, “Bir şey demedim, kızma hemen. Sığacaklar mı peki bu arabaya?” Başak bir an sessiz kalıyor, sonra arka koltuğa dönüyor, gözlerinde oradaki boşluğu tartar gibi bir ifade var. “Yani…” diye mırıldanıyor, “Sığması lazım. Sığar herhalde. Ne kadar büyük olabilirler ki? Bagaja da koyamayız.”

Bir şey söylemiyorum. Böyle durumlarda susmak en iyisi. Bu tablo işi zaten canımı sıkmış durumda. Ben evde duvarların boş olmasını seviyorum. Boş ve temiz. Buna alışmışım. Şimdi bunca yıldan sonra evimize tablo asacağız. Hem de iki tane.

Radyoda hareketli bir şarkı çalıyor. Saçma sapan sözleri olan bir yaz şarkısı. “Ne bu böyle,” diyor Başak, küçümseyerek. “Sen okuldayken Tom Waits falan dinlerdin. Nereye gitti o duyarlı adam?” “Radyo işte,” diyorum, “Öylesine açtım. Hem ben Tom Waits’i hâlâ severim.” Kapatıyorum. “Bak öyle oyalanmak yok ha,” diyorum sonra. “Tabloları alıp döneceğiz. Hem bu kadın trol falan çıkar şimdi.”

“Saçmalama!” diye kestirip atıyor Başak, “Bu kadar yol geldik, kadın bir kahve ikram etmek isterse… Öyle aldık gittik gibi mi olsun?” Omuz silkiyorum, “Olsun, ne var,” diyorum. “Yok ya,” diyor elini havaya doğru sallayarak, “Sen iyice kaba saba bir adam oldun.”

“Öyle mi oldum?” diye soruyorum gülerek. “Yani baksana,” diyor, biraz düşünceli bir şekilde, “Tom’u unutmandan belli!” Camdan dışarı, ötelere bakıyor.

V.

“Kusura bakma, dedi annesi. “Herhalde, ben de yoruldum artık. Ne dediğimi bilmiyorum.”

“İyi ama…” diye yanıtladı Başak. Sonra ne söylese bilemedi.

Bir süre sessizce oturdular. Çay acıydı, ikisi de sonuna kadar içemedi ve Aynur Hanım ikinci sigarada kızına eşlik etmedi.

“Ah bu erkekler,” diye söylendi Aynur Hanım. “Yüzde doksan dokuzu değil, yüzde yüzü. Aslında hepsini şeyinden tavana asacaksın.”

Başak gözlerini kırpıştırdı, “Tavana nasıl asacaksın, anlamadım.”

“Ne bileyim ben,” dedi annesi, “Asacaksın işte.”

Başak hızlıca toparlanmaya başladı, ayağa kalktı, çantasını koluna asarken kararlı bir sesle konuştu: “Anneannemi görmek için sabırsızlanıyorum!”

“Dur bekle,” dedi Aynur Hanım, onunla beraber kalktı. Çayların parasını tabağın kenarına bıraktı.

VI.

Merdivenlerin hemen başında onu karşılayıp ilk tabloyu elinden alıyorum. Doğrusu tahminimden daha büyük bu tablolar. Başak bunları tek başına taşıyamazdı herhalde. Ama arabaya yerleştirmek de öyle zor olmuyor. İkincisini de özenle bırakıyorum arka koltuğa. Herhalde bir yerinin çizilmesini falan istemeyiz. Sonuçta onları her gün göreceğiz! Sonra arabayı çalıştırmaya hazırlanıyorum. “Bir dakika!” diye sesleniyor Başak, apartmanın kapısından. Koşarak geliyor, “Sedef Hanım bir kahve içelim, der. Hem dönüşte onu bırakabilir miyiz diye rica da etti.”

“Hadi ya,” diyorum ben de. Bir an düşünüyorum. Kısa bir an. Kahveyi reddetmek elbette mümkün ama ricayı geri çevirmek olmaz. Keyfim biraz kaçıyor. Ama başka çare de yok.

VII.

Anne kız çay bahçesinin kapısına kadar konuşmadan yürüdüler. O kapıdan ışıklara kadar biraz mesafe vardı. Başak annesinin arkada kaldığını bir an fark etmedi. Yaşlı kadın şimdi mahcup adımlarla geriden geliyordu ama o da kızının kendisinden uzaklaştığını görmemişti. Işıklara yaklaştıklarında Başak unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi durdu ve dönüp annesine baktı. Aynur Hanım yorgun ve dalgındı. Başını öne eğmişti. Başak onun gelmesini beklemeden yanına gitti ve birlikte yavaşça yürümeye başladılar. Annesinin nefesini şimdi yakından duyuyordu ve bundan memnundu. Bir kolunu omzuna atarak onu kendine doğru çekti. Kadının gözleri doldu.

Işıklara doğru gelirken Aynur Hanım bir şeyler söylemek istedi.

“Çok zor, kızım. Hakikaten…”

“Biliyorum,” dedi Başak.

“Sen benin kusuruma bakma artık.”

“Boş ver, anne, zor bir süreç bu.”

“Çook!” diye onayladı annesi, içli bir şekilde. “Ama sonuçta sen gerçeği biliyorsun.”

Başak gülümsedi, “Biliyorum, anne.”

Elini annesini omzundan çekti ve düğmeye bastı.

Aynur Hanım bir mendil çıkarıp yanağındaki yaşları sildi. “Neyse ki artık günler uzadı,” diye mırıldandı.

“Evet, uzadı,” dedi Başak “ve güzel bir şey bu.”

Sonra arabalar duruverdi.

Mesut Barış Övün