İnsan, başkası olmadan yaşayamaz. Varlığını devam ettirmek için bir diğer insanın varlığını hissetmeye muhtaçtır. Sadece fiziksel ihtiyaçları karşılanan, en ufak bir dokunma veya gülümseme olmadan büyümesi beklenen bebeklerin yaşamını sürdüremediği hakkında ilgi çekici araştırmalar mevcuttur. Diğer kişi gökyüzü de olabilir kafes de. Bazen ise hem gökyüzü hem kafes. Ama ne olursa olsun mutlaka var olmak zorundadır.

“Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?” İlay Bilgili’nin ikinci öykü kitabı. Aynı zamanda kitabın ilk yüz sayfasını kaplayan novellanın da adı. İthafı ise manidar: “Hem gökyüzüm hem kafesim olan anneme.” Ben bu yazıda kitabın içindeki sekiz öyküyü es geçip yalnızca bu novelladan söz edeceğim.

İlay Bilgili

“Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?” ikinci kitabını yazma sancısı yaşayan bir kahramanın günlük yaşamı, geçmiş yaşantıları ve psikolojik durumu üzerine bina edilmiş. Hali hazırda bir evi ve işi olan, kişisel bakımına özen gösteren, pahalı kıyafetler giyen bu kahraman, dışarıda kendini ne kadar normal göstermeye çalışırsa çalışsın ruh dünyası huzursuz bir kadındır. Sanki duygu termostatı bozulmuş bu kadının duygusal tutarsızlıklarına novella boyunca şahit oluruz. Kafasının içinde sağlıklı bir zemin yoktur bu kadının. Çok kısa aralıklarla, bir ruh durumundan diğerine salınıp durur.

Novella, kadının iş çıkışı evine dönerken sık sık et aldığı kasabın önünde başlar.

“Sürekli buradan alışveriş yaptığım halde bu yaşlı, gerçekten de kasap kılıklı adamın beni ısrarla tanımıyor olmasına bozuldum.” (s. 11)

İçinde hissettiği bu kırgınlık dışarıdan en ufak bir şekilde belli olmasa da kadın için gerçekten büyük bir kırılganlıktır. O an sanki dünyada yapayalnız kalmış gibi hissettiğini tahmin etmek zor değildir. Eyleme geçer ve kasaba daha önce de buradan alışveriş yaptığını ima edecek birkaç şey geveler. Adam davranış değiştirerek onun istediği gibi davranmaya başlar. Az önce kadının ayaklarının altından kayan dünya sanki yeniden yerine gelmiştir.

“Az önceki küskünlüğümü hemen unuttum ve adamı affettim.” (s. 11)

Satırlarda belirtilmese de bu unutuş ve affedişe büyük bir mutluluğun eşlik ettiğini tahmin etmek zor değildir. İşte daha ilk sayfada içine girdiğimiz dünya, böyle sallantılı bir dünyadır ve sayfalar ilerledikçe kahramanın annesine, hayatındaki adama, yakın arkadaşlarına, hatta iş yerindeki pek tanımadığı insanlara dahi bu zeminde yaklaştığına, bunun kahraman için bir düşünce tarzı olduğuna şahit oluruz. Sürekli iki uç arasında gidip gelen bu duygu sarkacı, kelimenin tam anlamıyla başımızı döndürür. Novellayı benim açımdan tadından yenmez hale getiren de tam olarak bu duygusal kaos, bu sarhoşluk hali ve öngörülemezlik olmuştur.

Sayfalar ilerledikçe bu cehennemin, bu kuşku halinin tohumlarına ulaşırız. Kahramanın hem sevip hem nefret ettiği, hem özleyip hem öldüğüne memnun olduğu, hem kırılıp hem öfke duyduğu bu kişi annesidir. Nesne İlişkileri Kuramı’na göre, bebekliğin ilk aylarında bakım veren kişiyle kurulan ilk ilişki nasıl bir zemine oturduysa bütün hayat boyunca kurulacak ilişkiler de o zemin üzerinden ilerler. Güvenli bir bağlanma kurulduysa insanlar sevilip güvenilecek varlıklar olarak görülürken güvensiz bağlanmada insanların orada olduğundan emin olunamaz. Çünkü bebek, Ayrılma Bireyleşme Dönemi’nde arkasına bakmış ve onu koruyup kollayan bir anne görememiştir. Annenin fiziksel varlığı hiçbir zaman yetmez. Ruhuyla orada olmadığında yine problem vardır. Kahramanımızın annesiyle kurduğu bu güvensiz bağlanma bütün ilişkilerini etkilemiştir. İster seviştiği adam olsun, ister arkadaşı olsun, ister kasap olsun hiçbir insan hakkında duyguları tutarlı değildir. Kimsenin yalnızca onun için orada olduğuna inanmaz. Hissettikleri, onların davranışlarına göre şekillenir. Aslında ağır bir Terk Depresyonu yaşar, Ayrılma Bireyleşme Dönemi’nde annesinin onu psikolojik anlamda terk ettiğini çok içinde bir yerlerde bildiği için herkese kapatmıştır kendini. Bu yüzden gerçek anlamda ilişki kuramaz, yakınlıktan korkar ve mesafeli yakınlığı tercih eder. Bunu da özgürlük kisvesi altında sunar ama pek kimsenin anlamadığı derin bir yalnızlıktır yaşadığı.

“Ve ben şölen sofrasında yeri olmayan bir zavallıdan bile kötü durumdayım. Yeraltına bile başımı kaldırarak bakıyorum ben.” (s. 15) satırları bu yalnızlığı ve değersizlik duygusunu gösterir.

Novella boyunca annenin bıraktığı patolojik izlere parça parça şahit oluruz. Daha çok küçük yaşlarda, semavi veya ahlaki sebeplerle çocuğunun içine korku ve utanç tohumları eken bir annedir bu. Kızının ölme ihtimalinde, ölmesi değil iç çamaşırının temiz olup olmaması daha önemli bir mevzudur mesela. Çocukluğunda tacize uğradığında vücudunda hissettiği sertlikten değil, onu annesine nasıl söyleyeceğinden korkmuştur en çok. Çünkü biraz daha geçmişte sırf sevdiği, sevildiği için bir abinin kucağına masumane oturdu diye oyuncak bebeğini kullanarak etlerini morartana kadar onu dövmüştür annesi. Kahraman, sevişirken hatırlar bu anı, annesinin nasıl seviştiğini bilse çıldıracağını düşünerek.

“Hiç tanımadığım adama dokundum. Etlerimi lime lime etsin, tenimi biçsin istedim. Kontrolü elimden bırakmadan ama zayıf ve inatçı, huzur dolu iniltilerle ve artık özgürce, kendim istediğim için, plastik bebeklerle dayak yemenin acı tadından nefret ederek tırnakladım tanımadığım adamın kollarını.” (s. 62)

Bu anne, sevgisinden emin olunamayan bir annedir. Kahramanımız, annesinin kendi kardeşlerini çocuğundan çok sevmesini bir türlü anlamlandıramaz ve ona kızar.

“Annem, kardeşlerini bizden daha fazla seviyordu. Ben onlar gibi değildim. Sevgi, yerdeki at bokunun üzerinde uçan bir karasineğin vızıltısı gibi rahatsız ediciydi.” (s. 40)

Fakat hemen ardından duygu değiştirerek bir başka uca geçer: “Annemi çok özlemiştim ama bunu fotoğrafına bile söyleyemedim.” (s. 41) Novella boyunca öfke ile kırgınlık arasında salınan bu değişimi, bizi duygu sarkacının baş döndürücülüğüne ikna edecek kadar çok görürüz.

İki uçta gidip gelen bu sarkacın aynısını kahramanın tüm ilişkilerinde görürüz. Bilinçaltındaki öğrenmelerden, nesne ilişkilerinden dolayı birlikte olduğu kişiyle de mesafeli bir yakınlık kurmuştur. Bir amacı yoktur hayatındaki erkeğe dair. İlişkilerinin bir adı da yoktur. Özlediğinde arar, sevişirler fakat evinde yalnız uyumayı tercih eder kahraman. Bir başkasının varlığı onu boğar. Terk Depresyonu’nun izlerini burada da görürüz. Kahraman terk edilmekten korktuğu için bağ kurmak istemez. Duygusal sarkaç burada da iki yana gidip gelmektedir.

“Gökhan beni korurdu. Beni severdi. Bana yemek yapardı, beni kollardı, benimle gecelerce sevişebilir, diğer yandan tek cümlemle çekip gidebilirdi. Bazen bu yönlerini seviyor olmaktan tiksiniyordum. İşte ben de herkes gibiydim yine. Korunmak, kollanmak, sevilmek, şımartılmak istiyordum. Ben de ona yemekler yapayım, işten geldiğinde sıcak bir sofraya otursun, o bir şeyler izlerken bir kadeh içecek hazırlayıp ona getireyim, sonra kucağına kıvrılayım istiyordum. Evet, bunu istiyordum, yalan değil. Ama başka şeyler de istiyordum. Keyfime göre çekip gideyim, yalnız kalmak istediğimde ona sen kendi evine git diyebileyim istiyordum. Özgür bir kadın olmak istiyordum. Bir ağaç olmak istemiyordum. Özgür bir kadın olurken Gökhan yanımda olsun istiyordum.” (s. 93)

Kahramanın en yakın arkadaşı Pelin’le kurduğu ilişkide de bağ kurma biçimi aynıdır. Küçük ilçesinden okul arkadaşı olan, benzer travmalar yaşayan bu kadın eğer kahramana çok yakın olsaydı ilişkilerinin bu kadar uzun bir süre sürmeyeceğini düşündüm ben. Çünkü bu tarz bir nesne ilişkisi geçmişi barındıranlar herhangi bir uzun ilişkiyi yürütecek beceriye sahip değillerdir. İçlerinde sanki bir duvar, bir naylon varmışçasına uzaktırlar dünyaya. Herkes gibi değillerdir. Ne kadar yaklaşırlarsa yaklaşsınlar hep uzak kalırlar en sevdiklerini zannettiklerine bile. Ve o yüzden sık sık kaçarlar. İş değiştirir, ev değiştirir, aşk ya da arkadaş değiştirirler. Pelin, memlekette kalan az görüştüğü bir arkadaş olduğu için yılların ötesinden gelebilmiştir aslında. Kahraman buna rağmen iyi hissetmez onun yanında. Ona karşı da tutarsız duygular hisseder. Aynı dakika içinde bir yandan kızar, bir yandan onunla Instagram’a fotoğraf ekler. Hissettiği ve yaptığı hep farklı şeylerdir. Duygusal karmaşa yaşadıkça eyleme vurur. Hangisinin gerçekten istediği şey olduğuna hiçbir zaman emin olamayacak ve hayata karşı hep bu ızdırabı yaşayacaktır aslında.

Kahramanın kendilik algısı da karmaşık ve düzensizdir. Varlığını uzun ve tutarlı bir hikâye halinde değil kısa ve parça parça sahneler olarak algılar. Bu sahneler de bir duygusal uçtan diğerine sallanmaktadır. Onunla yalnızca içkiliyken sevişebildiğini iddia ettiği bir adamla birliktedir. Ya da bu adamı sevdiğini iddia eder ama bunu onunla paylaşmak istemez bile. Üstelik aldatır da onu. Bunların hepsine rağmen, kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak olan evini satınca onun yanına taşınır.

Kahraman yalnızca yakınındakilerle, semttekilerle, kendiyle değil cansız varlıklarla bile aynı tutarsız ilişkiyi kurar. Kentsel dönüşüm kapsamında yıkılan yan binadan gelen güneş hakkında da çelişkili fikirleri vardır.

“Bitişikteki binanın yıkılmasıyla beş yıldır oturduğum ev güneş almaya başladı. Güneşe alışkın değildim. Belli ki karanlık karanlığı doğuruyor, diye geçirdim içimden. Tüm insanlardan, kabuklardan, zorunluluktan kaçıp kendimi attığım yatak odasında derimi soyar gibi soyunduğum loş yatak odasını iyice karartmak için sıkı sıkıya çektiğim koyu perdeler şimdi açıktı. Oda ışık alıyordu ve ışık benim bildiğim bir şey değildi.” (s. 69)

“Artık orada olmayan binaya baktım. Ne şahane bir boşluktu! Güneşimi kesen yepyeni odalar yapılana kadar bu derin, bu münzevi, bu dolu boşlukla yan yana olacağım için seviniyordum bile.” (s. 70)

Kahramanın bolca sigara içip haftada birkaç defa alkol alarak sallantılı zihin dünyasını rahatlatmaya çalıştığı bu novella, kırgınlık ve öfke arasında sıkışan benzersiz bir insanı hiç kimselere benzemeden anlatarak üslubuyla da çiçek açtırmış diyorum. Hepimizden bir şeyler var bu yaralı kahramanda.

Gülhan Tuba Çelik