H. G. Wells’in “On İki Öykü ve Bir Rüya” adlı öykü kitabı Kapra Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Meryem Bülbül ile konuştuk.

Meryem Bülbül

“On İki Öykü ve Bir Rüya”yı çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Bu tam olarak benim verdiğim bir karar değildi. Yayınevinden gelen deneme metinleri arasında Wells’in The Star isimli öyküsünden birkaç paragraf vardı, o kadarcık kısmından bile çok etkilenmiştim. Bilim kurguya ilgi duyduğumu, seçme şansım varsa bu türde bir metin çevirmek istediğimi söyledim, On İki Öykü ve Bir Rüya sunulunca da heyecanla kabul ettim.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Çeviriye çok erken yaşta, lisede başladım. O zamanlar YouTube üzerinden takip ettiğim, Harry Potter parodileriyle epeyce ünlenmiş Amerikalı bir tiyatro ekibi vardı. Videolarının altyazıları olmadığı için hiçbir arkadaşımla paylaşamıyordum, bu yüzden oturup kendim çevirdim. Çok sonradan fark ettim ki benim için muhteşem bir deneyim olmuş çünkü çevirinin zorluklarıyla nasıl baş edilir, nasıl araştırma yapılır, kelime oyunları nasıl aktarılır gibi birçok şeyi farkında olmadan kendi kendime öğretmişim. O zamanlar kendimce bulduğum yöntemlerin benzerlerini hala kullanıyorum. Yine lise yıllarında okuduğum bir fantastik seri vardı, çevirisi uzun bir süre yapılmadı. O kitapları çevirmenin hayalini kurardım çünkü zevk aldığım bir şeyi yine kimseyle paylaşamıyordum. Sanırım çevirinin hayatımda kalıcı olacağına böyle kanaat getirdim, çünkü muhtemelen bu paylaşma ihtiyacını hep duyacağım.

Bir çeviri rutinim keşke olsa… Olması için çabalıyorum ama maalesef düzenli biri değilim. Çok uğraştım ama bir senede kendime sadece sabah erkek kalkmayı öğretebildim. Şimdilik kendime o hafta çevrilecek minimum kelime sayısı belirleyip ona sadık kalmaya çalışıyorum. Fazla iyimser yaklaşıyor olacağım ki bu miktara ulaşamadığım oldu ama aştığım pek olmadı.

“On İki Öykü ve Bir Rüya”nın çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Yanılmıyorsam yaklaşık iki ay sürmüştü. Kesinlikle en disiplinli sürecimdi çünkü elimden gelenin en iyisini ortaya koymam gerekiyordu. Karşılaştığım en büyük zorluk emin olamamaktı: uzun cümleleri doğru anlayıp anlamadığımdan, anladığımı iyi aktarıp aktaramadığımdan, kullandığım sözcüklerin ve ifadelerin yerinde olup olmadığından emin olamamak… Bu da beni kılı kırk yarmaya, sürekli araştırma yapmaya, yazarın diğer eserlerini kurcalamaya ve bizzat kendisiyle ilgili daha çok okuyup öğrenmeye itti. Wells o dönemde yaşayan insanlar için son derece gündelik detaylar vermeyi seviyor ve tam da bu kadar gündelik olmaları sebebiyle bunlar çoğu zaman ulaşılması veya teyit etmesi zor bilgiler oluyor. Bilgiye ulaştıktan sonra da iş bitmiyor, Türkçede tatmin edici bir karşılığını bulmak gerekiyor. Çeviri yaparken beni en çok bu detaylar yordu ama en çok da bunlardan keyif aldım.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı H. G. Wells? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

İsmini duymuştum elbette, çevirmeye başlamadan birkaç yıl önce Zaman Makinesi’ni okumuştum ama hak ettiği ilgiyi göstermediğimi düşünüyorum, mutlaka yeniden okuyacağım. Neticede çevirmeden önce aşina olduğum bir yazar olduğunu söyleyemem. Çeviri sürecinde ve sonrasında diğer kitaplarını da okuyarak tanıdım ve tüm eserlerini okumayı düşünüyorum.

H. G. Wells orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Wells bilim kurgu yazarı olmasıyla tanınıyor ama On İki Öykü ve Bir Rüya’daki çoğu öykü bilim kurgu değil, çevirdiğim diğer kitabı Tanrıların Tohumu bu kategoriye giriyor ama onun da toplumu irdeleme kısmının daha ağır bastığını düşünüyorum. En aşina olduğum bu iki eser üzerinden yorum yapmam gerekirse, Wells’in en güçlü yanı hayali olanla gerçeğin karşılaştığı noktaları geniş bir yelpazeden ele alabilmesi. Tek veya birkaç kişiye odaklanıp derine inmek yerine durumları farklı çerçevelerden yansıtmayı tercih ediyor. Bunu yaparken alttan alta kendi sesini de duyurmayı ihmal etmiyor, kimi zaman her şey olup bittikten sonra olanları bütünüyle aktaran bir araştırmacı, kimi zamansa başkasından dinlediği bir hikâyeyi kaleme alan bir anlatıcı rolüne bürünüp anlatış tarzıyla duruşunu belli ediyor. Bence harika bir gözlemci ve çoğu duruma hastasına tanı koyan bir doktor edasıyla yaklaşıyor ama ilaç yazmıyor, sadece uyarıyor. Bazen sivri dilli olduğu da oluyor, sık sık mizaha başvuruyor. Çeviri yaparken olmadık yerlerde kahkaha attığımı hatırlıyorum.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Beni en çok etkileyen “Filmer” isimli öykü olmuştu. “Filmer” ömrünü sadece tek bir fikre adayarak bir “uçuş makinesi” icat eden ama hedefini gerçekleştirdikten sonra benliğini yeniden inşa edememenin giderek artan sancılarıyla hazin bir sona sürüklenen bir mucidin hikayesi. İnsanın kendi kendini ne kadar kör edebileceğini ve ne içinden çıkılmaz durumlara sokabileceğini gösterdiği için tedirgin olmuş ve çok etkilenmiştim.