Taleb Alrefai’nin “Kaptan” adlı romanı Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Zafer Ceylan ile konuştuk.

Zafer Ceylan

“Kaptan”ı çevirmeye nasıl karar verdiniz?

“Kaptan”ın çevrilmesi kararı bana ait olsa da teklif yazarın kendisinden geldi. Tabii bu teklifi ulaştıranın da Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin olduğunu belirtmeliyim. Bilindiği üzere Suçin, Arabic Booker’ın 2014 yılında jüri üyeliğini de yapmış, Arapça-Türkçe dil çifti arasında onlarca çeviriye imza atmış, uluslararası tanınırlığı olan bir isim. Taleb Alrefai’nin kendisiyle iletişime geçmesi, kitaplarından birinin Türkçeye çevrilmesini talep etmesiyle ilerleyen bir süreç. Kaldı ki Taleb Bey de günümüz Kuveyt romanının öne çıkan isimlerinden birisi, eserleri birçok farklı dile çevrilmiş. Romanları elime ulaştığında “Kaptan”ın dil, içerik ve kurgu olarak diğerleri arasından sivrildiğini gördüm. Zihnimizde sadece petrolle ilişkilendirdiğimiz Körfez Arap ülkelerinin, geçmişte denizle olan bağlarını, deniz kültürlerini de tanımamız ve petrolün sebep olduğu büyük dönüşümün Körfez insanı üzerinde nasıl bir etki bıraktığını anlamamız gerektiğini düşünerek “Kaptan”ın Türkçeye çevrilmesinin daha uygun olacağına karar verdim.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Kendimi hiç bir çevirmen olarak hayal etmediğimi söyleyerek başlayayım. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Arap Dili ve Edebiyatı alanında doktora yaparken başladığım bu uğraş, sonrasında akademik çalışmalarımın dahi önüne geçen farklı bir tutkuya evrildi. Kutsal bir uğraş olarak görüyorum çevirmenliği ve yaşı kaç olursa olsun işini hakkıyla yapan her çevirmeni birer Aziz Jerome olarak. Ben, 2010’da Mısırlı yazar Baha Tahir’in öykülerini çevirmeye başlayarak bulaştım bu fanatizme. 2017’de Bilmezdim Tavus Kuşlarının Uçabildiğini başlıklı öykü toplamıyla Kırmızı Yayınları tarafından da yayımlandı bu çeviriler. O sırada ve sonrasında İbrâhîm Aslân, Ahmed Fuâd Necm, Necvân Dervîş, Semîh el-Kâsım, Hişâm el-Bustânî, Alâ el-Asvânî ve Gassân Zaktân gibi isimlerden yaptığım öykü, deneme ve şiir çevirileri de edebiyat dergilerinde kendilerine yer buldu.

Türkiye’deki yayın dünyasının gözü-kulağı Arap edebiyatından ziyade Batı edebiyatları üzerinde olduğundan ya da Arap edebiyatını Batı dillerine yapılan çeviriler üzerinden takip ettiklerinden, bunun, biz Arapça çevirmenlerine farklı bir olanak sağladığını düşünüyorum. Çünkü kendi okuduğumuz, bildiğimiz, diline ve edebî gücüne inandığımız isimlerden yaptığımız çevirilerle yayınevlerinin kapısını çalıyoruz. Elbette bu, her yapılan işin kaliteli olacağı anlamına gelmez. Ancak kendi açımdan baktığımda, en azından şimdiye kadar beğenmediğim, içime sinmeyen bir çeviriyle uğraşmamış olduğumu da söylemek isterim. Sonuçta, tutup da Babil Kulesi’ni baştan dikecek değilim. Arzuladığım tek şey, Babil’in Asma Bahçelerinden kendimce damıttığım tadı sonrasında Türkçeyle mayalamak.

Çeviri rutini hususuna gelecek olursam, çok zor kalem oynatan biri olduğumu söylemem gerek. Akademik anlamda yaptığım çalışmalarda dahi yazdığım bir cümleden, hadi diyelim bir paragraftan sonra yerimden kalkıp uzunca bir süre düşünürüm üzerinde, ardından kaç kere değişir o cümleler. Çeviri için de aynı durum söz konusu. Genellikle geç saatlerde yoğunlaşıyor olsam da bilgisayar ve çeviri dosyası hep açıktır masada, son çevirdiğim cümle dönüp dolaşıyordur kafada, yazarın üslubunu bozmadan Türkçede nasıl daha iyi ifade edebilirim endişesi belki de. Bunu bir rutin olarak addedebiliyorsak benim rutinim de bu galiba.

“Kaptan”ın çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Taleb Bey’in talebinin ardından çevrilecek romanının belirlenmesinden yayınevine sunulmasına kadar yaklaşık bir buçuk yıllık bir süreden bahsedebilirim ama eserin çevirisi bu sürenin son üç-dört ayı. Zor bir süreç olduğunu söylemek gerek çünkü jargonunu bilmediğim bir deniz kültürüyle karşı karşıya kalmıştım. Kitaptaki kültürel ögeler o kadar çok ki denize ve denizciliğe aşina olmayan bir Arap’ın dahi kitabı okurken bir sözlüğe ihtiyaç duyacağından eminim. Ben de kaynak metinden ziyade deniz ve denizcilik terimleri sözlükleriyle daha çok vakit geçirdim desem yeridir. Körfez Araplarının deniz kültürlerine ait ögeleri, kimi zaman olduğu gibi kimi zaman Türk deniz kültürüyle harmanlayarak vermeye çalıştım. Bu süreçte Türkçe ve Arapça heyamolalar arka planda çalıyordu sürekli. Yaptığım işten keyif alıyorsam işin zor olması çok da önemli değildir bence. Sonrasında dosyayı Ayrıntı’nın kabul etmesi de farklı bir gurur oldu benim için. Çevirmenlerin kaderidir, yayınevi kabul ettikten tam üç yıl sonra basılmıştı ilk çeviri dosyam, neyse ki “Kaptan” o kadar sürmedi.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Taleb Alrefai? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Öncesinde Goodreads, Twitter gibi platformalar üzerinden takip ediyordum Taleb Bey’i ve yazdıklarını ama bir eserini okuma fırsatım olmamıştı. Çevrilecek romanı belirlemeye çalışırken eserleriyle daha bir içli dışlı oldum. Çeviri sürecinde de bir görüşmemiz, bilgi alışverişimiz olmadı ancak çeviri yayımlandıktan sonra kendisi beni telefonla arayıp teşekkürlerini iletti, birbirimizi tebrik ettik.

Taleb Alrefai orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Arap edebiyatı camiası içerisinde meşhur bir söz vardır: “Kahire yazar, Beyrut basar, Bağdat okur.” Arap edebiyatında “yazar” denince aklıma hep Mısırlılar gelirdi, yüzdelik dilimin çoğunluğu hâlâ onlarda ama son yıllarda –okumanın sebep olduğu bir sonuç olsa gerek özellikle Irak’tan– ve diğer Arap ülkelerinden de çok kıymetli yazarlar çıkmaya başladı. Taleb Alrefai’nin de bu isimlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Dili iyi bildiği aşikâr ama dil kullanımında felsefi veya soyut bir arka plan aramaktan ziyade kurguya verdiği önemle öne çıktığını düşünüyorum. Olayı nasıl kurgulayacağını, basit bir haberi nasıl bir roman seviyesine yükseltebileceğini biliyor. Bütün bir Arap coğrafyasından geniş bir okur kitlesine sahip olması da bu kurguyu başarıyla aktarmış olduğunu bize gösteriyor.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

İlk sorunun cevabında da belirtmiştim. Körfez Arapları genellikle petrolle ilişkilendirilir zihnimizde. “Kaptan”ın özelliği sanırım petrol öncesi dönemdeki o insanlığı anımsatmasıyla zihnimizdeki o algıyı yıkması olacak. İki yerden alıntı yapmama izin verin lütfen. Birincisi, petrolün yarattığı o kırılma anı:

İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve atılan füzelerin birçok gemiyi batırması sebebiyle Basra Körfezi’ndeki ticaret gemilerinin de işi durmuştu. Buna bir de Japonya’nın suni inciler üretip bunları piyasaya sürmesi eklenince inci avcılığının alevi iyice söndü. 1946 yılında Kuveyt’ten ilk petrol sevkiyatının gerçekleşmesiyle tüm Kuveyt ahalisi de kaptanları, inci tüccarları, tacirleri, dalgıçları, kalafatçıları ve denizcileriyle birlikte denizden elini eteğini çekmiş oldu. Herkes denize sırtını dönmüş, petrol şirketinde yahut ticaret piyasasında ve yeni yabancı ajanslarda işe girmenin bir yolunu bulmaya koyulmuştu.

İhmal edildiğini hisseden deniz hüzünlü bir şekilde kendi inzivasına çekilmiş, ben de onun gibi kendi içimde yığılıp kalmıştım. Acımı kimseciklere göstermiyordum, sadece denize dönüyordum yüzümü, ondan yankılanıyordu söylediklerim: “Benim rotam bir tek sensin, senden başka bir yol bilmiyorum.” (s. 80)

İkincisi ise Kaptan Necdî’nin, kitabın kapağında da kendi orijinal fotoğrafının olduğu gemisi Beyân’la vedalaşması:

Uzaktan Beyan’a bakıp duruyordum, bir gece güvertesine çıkıp dümenin arkasına oturdum. Denizcilerin yüzleri gözlerimin önüne geliyor, heyamolaların sesleri kulaklarımda çınlıyor, nargilenin kokusu burnumda tütüyordu. Kuru bir halatla gerili duran grandi direğinin çekildiği inzivası ve yalnızlığı dikkatimi çekti. Rüzgârın doldurmuş olduğu yelkenin gülümsediğini gördüm. Yelkenlinin gövdesini döven dalgaların sesini duydum. Limanın yanıp sönen ışıklarını görünce ruhumun da gülümsediğini hissettim. Hindistan’dan dönüp Şemme ve çocuklarımla buluşmak için nasıl da can atıyordum.

Orada, dümenin arkasında oturup acımı yudumladım. Bir zamanlar inci avcılığının ve yolculukların merkezi olan Kuveyt’e, Kaptan Ali en-Necdî’ye ve denize hayıflandım. Karanlık beni sarıp sarmalamış, acılara gömülmüştüm. Oturduğum yerde doğruldum, parmaklarım dümenin ve pusulanın üzerinde gezindi. Yerimden kalkıp grandi direğinin cilasını okşadım, içimdeki ona sarılma arzusunu dizginlemeye çalışıyordum. Karanlığın içinde ayaklarımı sürüyerek gemime veda ettim. (s. 83)